Derler ki, insanın bir duyu organı sorunlu ve diğerlerine
nazaran daha az işlev görüyorsa bir diğer duyu organı daha fazla çalışır ve
daha duyarlıdır. Bu yüzdendir birinin daha az keskinse gözleri tıpkı
“yarasalar” gibi daha çok işitir kulakları, kokuları daha az duyumsuyorsa
tanıyordur kokuları bazılarımızdan fazla. Daha çok duyanlar için bir süre sonra
seslerden kaçmak imkânsızlaşır, hatta sessizlikten bile ve sesler de sessizlik
de çok şey anlatır, özellikle savaşın hüküm sürdüğü bir ülke ve dönemde.
Çağdaş Alman edebiyatının hatırı sayılı yazarlarından Marcel
Beyer’in 1995 yılında Ingeborg Bachmann ödülü alan ve ülkemizde ilk çevirisinin
üzerinden on beş yıl geçtikten sonra Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan romanı
Yarasalar, II. Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü dönemde Almanya’nın, Nazi
dünyasının ve soykırımın iç ve dış sesini duymaya, duymaktan da öte dinlemeye
çağırıyor okuru.
Roman durmadan değişen iki anlatıcının aktarımlarıyla
ilerliyor. Biri sekiz yaşındaki Helga, diğeri “sesin sırrına ermeye” çalışan
akustikçi Hermann Karnau. Bir yanda tek dünyası ve yeteneği duyulabilir tüm ses
renklerini kapsayacak bir ses haritası oluşturmak olan ve Nazilerin vereceği
konuşmaları teknik yönden mükemmelleştirmeye çalışan Karnau. Kimsenin
konuşmadığı, herkesin sus pus olduğu bir dönemde yapabileceği tek şeyi yapıyor
ve dinliyor Karnau. Enstrüman seslerini, askerlerin hazır ol duruşlarını, yaralıların
feryatlarını, çocukların ağlayışlarını, Führer’in çığırışlarını, Nazilerin
haykırışlarını, savaş çığlıklarını, ölümün sessizliğini ve daha birçok şeyi. Öte
yanda babası Nazilerin tanıtımlarını mükemmelleştirmeye çalışan Propaganda
Bakanı’nın altı çocuğundan biri olan Helga. İkisi de seslerin kurbanı, ikisi de
duyduklarından kaçamıyorlar ve hayat bir şekilde ortak kaderi paylaşan bu iki
karakterin yollarını kesiştiriyor. Kitap boyunca karakterlerin, seslerin
iktidarının gölgesinde geçen hayatlarının belli bir dönemini hem gerçekçi, hem
de sakınımsız bir biçimde sesli okuyoruz Beyer’in kaleminden.
Pek çoğumuz dünyanın başına gelen en korkunç savaşlardan
ikisini yaşamadı; ama bilmek ve öğrenmek için belgeler, fotoğraflar, insanlığı
dehşete düşüren sesler vardı. Kimse gözlerini kapatamaz, duyduklarına kulakları
tıkayamazdı; bazıları bu sesleri en canlı haliyle işitip zihinleriyle birlikte
kulaklarına kaydetti. Sesler önemlidir, zira bir vahşetin korkunçluğunu ifade
etmeye görüntüler asla tek başına yetmez, insanı asıl sağır eden o vahşetin
sesidir. İşte Yarasalar II. Dünya
Savaşı sırasında Almanya’da savaşın ve ölümün birbirine karıştığı en gürültülü
ve ürkütücü sesleri kulak misafiri ediyor.
Savaş denince akla ilk gelen iki kavram militarizm ve
hegemonik erkeklik kavramlarıdır. Kitapta da erkeklik ve savaş ilişkisine dair
sağlam bir eleştirel sorgunun olduğundan bahsetmek mümkün. “Hitler Gençliği”
diye de anılan ”Nazi Gençlik Örgütü”nün savaşın öncülüğünü yürütme hayali taşıyan
askerlerine değinen satırlar ve kitap boyunca Anne’nin (Helga ve kardeşlerinin
annesi) gerek karakter olarak, gerekse aile içerisinde son derece gölgede
kalmasına rağmen okurun karşısına devamlı olarak iktidarı ve otoriteyi
sembolize eden Baba’nın çıkması yukarıda bahsettiğim eleştirelliğin sadece iki
örneği.
Hitleri, Nazizmi, soykırımı anlatmaya cümleler değil, sesler
gerekir ve seslerin daha iyi anlatabileceği başka bir savaş çok fazla yoktur.
Bu nedenle, İkinci Dünya Savaşı Almanya’sını anlatan bir romanın seslerle bu
denli içli dışlı olması gereken şeydir. Savaşın sesini daha iyi tanımak için ise
Karnau’nun da dediği gibi, “Dikkatle dinlemekten başka bir şeye, hiçbir şeye
gerek yok”tur.
* Akşam Kitap, Temmuz 2013
Yorumlar
Yorum Gönder