Ana içeriğe atla

Sanat Suç ise Masumiyet Düştür



“Suç edimiyle şu ya bu biçimde buluşturulan ‘sanat’ın –olmazsa olmaz– ‘eleştirel duruş’u, demokrasiyi içselleştirememiş günümüz toplumlarında da, dayatmacı ideolojilerin ‘evcilleştirme’ operasyonuyla karşı karşıyadır.”(Prof. Dr. Ayşegül Yüksel)

Aralık 2012’nin ortalarında, ismine pek de kulağımızın aşina olmadığı Ceylan Yayıncılık’tan manifesto niteliği taşıyan bir kitap yayınlandı: “Sanatta İşlenebilecek Suç Yoktur”.
İzmir Yenikapı Tiyatrosu’nun derlediği Sanatta İşlenebilecek Suç Yoktur, bir vicdani red eylemi sırasında Gogol’un ‘Palto’ adlı oyununu oynaması sonucunda ‘halkı askerlikten soğutmak’la suçlanan ve davayla ilgili, “Sanatta hiç bir suçun olmayacağına inanıyoruz. Bu davada yargılanan ben değilim, sanattır. Sokakta olmaya, sanatı barış diliyle büyütmeye devam edeceğiz” diyen arkadaşları Nimet Nazlı Masatçı’nın yanında olduklarını göstermek amacıyla, karar duruşmasının da olduğu 11 Aralık 2012 günü okuyucuyla buluştu. Kitap, hukuki bir davaya karşı ses çıkarabilmek adına bir tiyatro gurubunun harekete geçerek basılı bir formla kamuoyunda duyarlılık oluşturmaya çabalaması ve bu amaçla da çok farklı alanlardan insanı bir araya getirmesi açısından son yıllardaki önemli çabalardan birinin ürünü.
Kitap, kısa bir sürede bir araya gelen birçok tiyatro sanatçısı, aydın, yazar, müzisyen ve siyasetçiye ait elli sekiz yazıdan oluşuyor. İzmir Yenikapı Tiyatrosu’ndan Celalettin Yunus Kara, Serkan Koçak ve Özlem Öztürk, yılların deneyimli oyuncularından Altan Erkekli, Altan Gördüm, Genco Erkal; müzisyen Jehan Barbur, Yaşar Kurt; ÖDP Eş Genel Başkanı Bilge Seçkin Çetinkaya, CHP İstanbul Milletvekili Şafak Pavey, Barış Aktivisti ve İnsan Hakları Savunucusu Halil Sevda; tiyatro alanında uzun yıllardan beri gerek yönetmen gerek akademisyen olarak varlık gösteren Prof. Dr. Özdemir Nutku ve Prof. Dr. Nurhan Tekerek gibi isimlerin yanı sıra Sarphan Uzunoğlu gibi farklı alanlardan genç nesil yazar da kitaba destek olmak amacıyla yazılarını paylaşan isimler arasında.
Kitabın amacı ve bu kadar farklı çevreden insanın biraradalığı düşünüldüğünde, Türkiye’de alanlar arası (siyaset, iktisat, hukuk, sanat vd.) giriftlikten kaynaklanan özerk olamama halini, dolayısıyla bir alandaki gelişmenin diğer alanı da ne denli etkilediğini görmek mümkün.
Bilinen bir gerçeğin yazılarda da tekrar edildiği üzere, yıllardır iktidarla olan bağlılık-bağımlılık ilişkisinin en büyük mağdurlarından biri sanat, özelde ise tiyatro olmuştur. Başlangıcından bu yana tiyatro sanatının yaşadığı döngü ve kader neredeyse hiç değişiklik göstermemiştir. Batılı anlamda tiyatro faaliyetlerini Tanzimat’la başlatacak olursak, o günden bugüne tiyatro, ya hâkim ideolojinin ve egemenlerin tarafında olmaya zorlanarak politikaya alet edilmeye çalışılmış, ya da taraf olmaması için baskı altına alınmaya zorlanmıştır. Sevda Şener’in de belirttiği gibi, “Tanzimat döneminden bu yana devleti yönetenler için tiyatro bir çağdaşlık göstergesi olarak korunup kollanmış, ele güne karşı bu gerekçeyle savunulan, sırasında vazgeçilebilir bir süs olmuştur.”* Bu nedenle, tam 50 yıl önce yine bir oyun sonrası ‘halkı askerlikten soğutma’ iddiasıyla hakkında soruşturma açılan Genco Erkal ile bugün Nazlı Masatçı ve dolayısıyla sanat aynı makûs kaderi paylaşmaktadır.
Sanatta İşlenebilecek Suç Yoktur ‘daki hemen hemen her yazının trajikomik biçimde vurguladığı mevzuu, dünden bugüne değişmeyen şeyin sanatın ‘suç’, sanatçının ‘suçlu’ olarak addedildiğidir. Yalnızca tiyatronun değil, sanatın diğer alanlarındaki vaziyetinin ve iktidarla sanat arasındaki çetrefil ilişkinin de sorgulandığı kitapta, İzmir Yenikapı Tiyatrosu’nun kurulduğu 2005 yılından bu yana egemen düzene karşı verdiği mücadele, adalet ve suç gibi kavramların toplumdan topluma, dönemden döneme değişen göreli yapısı, savaş, zorunlu askerlik mekanizması ve vicdani red olgusu gibi mevzuular da farklı bakış açılarıyla irdeleniyor. Tiyatro Avesta’dan tanıdığımız Aydın Orak ise, kendi deneyimlerinden de yola çıkarak Türkiye’de yıllarca yasaklanan ve yok sayılan Kürtçe tiyatro yapmanın imkânsıza yakın koşullarını aktarıyor.
Kitaba katkıda bulunan akademisyen, siyasetçi, aydın veya sanatçının gözünde sanatın tanımı ve amacı kimi açılardan farklılık gösterse dahi temelde birleştikleri noktalardan biri, sanatın amacının daima doğruyu, iyiyi ve güzeli göstermek olduğu. Hatta bunu daha da ileri götürerek Rousseaucu bir görüşle sanatın amacının ‘olması gereken’i göstermek olduğunu iddia edenler de var –ki, şahsi görüşüm, bu noktada kitaptaki yazıların karşısına savaşı ve faşizmi yücelten İtalyan fütüristleri örneğini çıkarmak mümkündür. Kitaptaki yazıların buluştuğu bir başka ortak nokta ise, iktidarların düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen, direnmeyen yığınlar arzulamasına engel teşkil edebilecek en büyük güçlerden biri olan tiyatronun ve tabii ki sanatın dönüştürücü gücü ile direniş potansiyelidir. Bundan dolayı, şimdiye dek suç sayılan sanatın, yasaklanan filmler, kitaplar ve tiyatro oyunlarının, yargılanan, tutuklanan sanatçıların 2012 senesinde hala mahkûm edildiği bir günde kitaba ve Nazlı Masatçı’ya destek verirken herkesin buluştuğu bir ortak payda ve söylediği söz, “Sanatta İşlenebilecek Suç Yoktur”.
Bugüne kadar tiyatro hakkında yazılan/derlenen pek çok kitapta, Türk tiyatrosunun geçirdiği evreler, geleneksellik-modernlik tartışmaları veya tiyatromuzun güncel durumu üzerine eğilinmiş, yasaklanan, sansürlenen oyunlar, yakılan yıkılan, taşlanan tiyatro binaları, sahneden indirilerek veya evlerinden alınarak gözaltına götürülen, tutuklanan tiyatro sanatçılarından ise şöylece bir bahsedilmiştir. Kısacası, tiyatromuzun yasaklarla bezeli kara tarihini odağına alan kaynakların sayısı bir elin parmaklarını geçmez belki. Bu açıdan ele alındığında, sanata karşı işlenmiş suçlardan birine karşı gösterilen çoksesli bir direnişin sembolü olan Sanatta İşlenebilecek Suç Yoktur, kendinden menkul bir değer taşıyor ve sadece bu vasfıyla bile okunmayı hak ediyor.


*Sevda Şener, Cumhuriyet’in 75. Yılında Türk Tiyatrosu, Mitos BOYUT Yayınları, 1999, İstanbul, s. 63.

** Agos Kirk/Kitap, Ocak 2013

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal