Ana içeriğe atla

Fazlasıyla tarihsel fazlasıyla genç bir söylem: “Delilik”


Ayrıntı Yayınları Foucault külliyatına bir yenisini daha ekledi: Akıl Hastalığı ve Psikoloji. Foucault’nun ilk kez 1954 yılında yayımlanan ve 1962’de gözden geçirilmiş ikinci basımı yapılan kitap Türkçe’de ilk kez “Psikoloji ve Ruhsal Hastalık” adıyla Birey Yayınları tarafından 2000 yılında basılmıştı. Kitap hakkında öncelikle şunu söylemek gerekiyor, Türkçe’deki ilk çevirisiyle yeni çevirisi karşılaştırıldığında çeviri işinin başlı başına bir sanat olduğu klişesini ve kötü çevirinin kitabın üstüne nasıl da kâbus gibi çökebileceğini tekrarlamakta fayda var. Bu noktada Ayrıntı’nın Foucault çevirileri konusundaki özenli tutumunu ve Akıl Hastalığı ve Psikoloji özelinde Emre Bayoğlu’nu takdir etmek gerekiyor.

Fransız yazar, filozof ve sosyal teorisyen Michel Foucault belki de 20. yüzyılın en çok yankı uyandıran, en çok tartışılan ve en zor anlaşılan çağdaş düşünürlerinden biri. Çalışmalarında bilgi-iktidar-söylem üzerine odaklanan Foucault bu ilk kitabında deliliğin hastalık ve normallikle ilişkisini, “Deliliğin Tarihi” ve “Cinselliğin Tarihi” kitaplarında olduğu gibi, kendisinin adlandırdığı arkeolojik yöntemle ele alıyor, diğer bir deyişle psikoloji ve psikiyatrinin arkeolojisini yapıyor.

Batı tarihini Rönesans, Klasik Çağ ve Modern Çağ olmak üzere üç dönemde inceleyen Foucault, Deliliğin Tarihi’ne bir giriş niteliği taşıyan Akıl Hastalığı ve Psikoloji’de bu üç dönem üzerinden deliliği akıl hastalığı olarak damgalayan tarihsel ve kültürel pratikleri merceğe yatırıyor ve psikolojinin bir bilim olarak kendisini var etmesinin tek koşulunun deliliği nesneleştiren söylem olduğunu öne sürüyor.  Ortaçağ ve Rönesans boyunca tanrısal bir güçle özdeşleştirilen ve kendisine olumlu bir değer ve bilgelik atfedilerek yüceltilen delilik, Klasik Çağ’a gelindiğinde Büyük Hastane’lerin doğmasını sağlayacak bir dizi dışlama ve “kapatılma” pratiğinin nesnesi haline dönüşür ve deliler, güçten düşmüş fakir insanlar, yoksulluk içindeki yaşlılar, dilenciler, müzmin işsizler, zührevi hastalar ve daha pek çoklarıyla birlikte ayrım yapılmaksızın akıl hastanelerine tıkılır. “Akıl Çağı” olarak da bilinen modern dönemde ise delilik, akıl ve akıl-olmayan ayrımında ebedi bir karanlığa mahkûm edilerek kumrusallaşmaya başlayan psikoloji ve psikiyatrinin hükmüne girer. Foucault’ya göre her dönemde deli olarak sıfatlandırılan bu insanların buluştuğu ortak bir payda vardır, o da ‘kapatılanlar’ın bir şekilde toplumun ekonomik, siyasal ve kültürel yapısıyla çelişen marjinal kişiler olmalarıdır. Dolayısıyla delilik hiçbir şekilde hastalıkla ilgisi olmayan toplumsal bir inşanın ürünüdür.


Foucault’nun deliliğin arkeolojisini yaptığı bu çalışmasının önemi, 17. yüzyılla birlikte Avrupa’yı etkisi altına alan kapitalist ekonomiyle birlikte iktidarın kılık değiştirerek nasıl hayatın her alanına nüfuz ettiğini göstermesinden mütevellit. “Bilim” şemsiyesi altında kudretinden ötürü sorgulamaktan kaçındığımız tıp, özellikle de klinik tıp, Akıl Hastalığı ve Psikoloji’de çarmıha gerilerek bilimsel söylem ve pratiklerin altında yatan güç ilişkileri sorgulanıyor. Elde edilen bulgular ise, deliliğin her toplumda toplumun ‘öteki’sine atıfta bulunan ve o toplumun normları dâhilinde “farklı” olan herkesin dışlanmasını sağlayan bir damgalama, hâkim ekonomik ve toplumsal sistemin bekasını sağlayan bir söylem olduğuna işaret ediyor. Modern tıbbın doğuşu ne beden ve hastalığın doğasına ilişkin bilgi birikimiyle, ne kişinin bireysel tarihiyle, ne de hastalığa varoluşsal bir kimlik atfeden düşünce sistemiyle ele alınabilir. Tıp tarihi Foucault’nun gözünde epistemolojik bir kopuştan ibarettir. Psikolojinin varlığı bunun yalnızca bir örneğidir; aynı tarihsel süzgeci hayatın her alanında işleme sokmak gerekir.      
* Agos Kirk/Kitap, Mayıs 2013

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...