Edebiyat tarihinin “yazmasaydım
çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir.
Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan
geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve
samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da
Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir
usta yazar:
“Söz
vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan
başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim;
hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım.
Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler
yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum
öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.”
Şöyle bir sahne
canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve
bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal durumu kendisine aktardıktan sonra size
verdiği yanıt, “Anladığım kadarıyla sorun bir şey yazmamanızdan kaynaklanıyor.
Eve dönerken kendinize güzel bir defter edinin, bir de yazdığım şu
Pasiflora’dan için bir şeyiniz kalmaz.” oluyor. Peki esasında Sait Faik’in de
dile getirdiği bu sözün gerçeklik payı var mıdır, durum sahiden de bu kadar
‘içler acısı’ mıdır bazıları için? Varsaydıkları gibi gerçekten de deli olur
muydu yazmasaydı tüm o yazarlar? Kuvvetle muhtemel, hayır. Yazmanın güçlü bir
terapi biçimi olduğu kabul edilmekle beraber, bugüne kadar yazmamanın herhangi
birisine konulan psikolojik tanının semptomları arasında yer almadığını
biliyoruz. En azından doğrudan bir tetikleyici olarak DSM-5’te böyle bir
bulgudan söz edilmediğini tahmin ediyorum. Öyleyse bu yazarlara sınır
çizgisindeymiş gibi hissettiren dürtü neydi?
“Yazdım; yazmasam deli
olacaktım”a yakından bakalım mı biraz? Yazdın; çünkü deliliğini ilan etmek
istedin. Yazdın; çünkü yalnız olduğunu bilmek deliliğini katlanılamaz hale
getirebilirdi ve sen, deliliğe tek başına katlanamayacak, yükünü tek başına
taşıyamayacak kadar bencildin. Yazdın; çünkü seni deli eden faktörleri ortaya
çıkaran insanları suçlamak istedin; çünkü yazmak etkili bir intikam alma
girişimidir. Bireysel silahlanmanın meşru bir ikamesidir. Faili meçhul bir cinayettir.
Bir taşla birçok kuş vurmanın tasarruflu bir şeklidir. Böylece yalnızca
kendininkinin değil, seninle aynı halet-i ruhiyeyi paylaşanların da öcünü almak
demektir. Sözcükler güçlü bir silahtır ve onları iyi kullanmayı bilenlerin
eline düştüğünüzde ‘kaza’ süsü verilmiş cinayet teşebbüslerin ölümle
sonuçlanması kaçınılmazdır ve ölüme en çok yakışan da erk figürleridir. Bu
figür genellikle reel babalar olmakla birlikte kimi zaman onun uzantıları olan
erkek kardeş, sevgili, eş ya da devlet ya da erk konumunda bulunan erillik
illetine bulanmış bir anne de olabilir. Virginia Woolf, Sylvia Plath, Tezer
Özlü gibi gibi, kimi zaman bazılarımızın kişiliğinin birer bileşeni haline
getirdiğimiz yazarların kadın olması bu anlamda tesadüf değildir. Zira ataerkil
dünyada at ve silahın erkeklerin tekelinde olduğunu göz önünde
bulundurduğumuzda kadınların elinde yazmaktan başka güçlü bir saldırma/savunma
yöntemi kalmadığını görürüz; çünkü en çok onlar anlaşılmamıştır. En sessiz
çığlıkları atanlar, varlığı bir gizli pelerin sayılanlar kadınlardır ve söz
söyleme hakkı ellerinden alınanlar yaşamak için yazmaya en çok ihtiyaç
duyanlardır.
“Yazıyorum; çünkü içimde susturamadığım bir
ses var.” diyen Sylvia Plath kendi yazma edimiyle ilgili olarak şu notları
düşmüştü günlüğüne: “Mağrur ruh sağlığımı korumam için, ekmek bedenime ne denli
gerekliyse o denli gerekli bu, benim için.” Benzer durumda olan yazarlardan
biri de Tezer Özlü’ydü. Onun yazma bahanesi ise “yeryüzüne dayanabilmek”ti. “Dünya acılı olduğu için yazılır. Duygular
taştığı için yazılır” diyordu Özlü. Öyleyse çok yoğun duygular vardı anlatmakla
aktarılamayacak, aktarılsa dahi anlayacak insan kolay kolay bulunamayacak. Öyleyse
sesli düşünmeyi sağlayan sözün aksine, yazmak, bir sessiz düşünme biçimiydi ve
düşüncelere ket vurmak mümkün değildi.
Aynı dertten muzdarip tüm
yazarlar için kalem, bir hayali uzuvdur adeta. Onlardan kalemlerini almaya
kalksanız kesilmiş bir kolun ağrısını çekerler muhtemelen ya da olmayan bir
bacağın karıncalanmasını duyumsarlar. Onlar, yazmasa değil; ama yaratmasa deli
olabilir belki. Öyleyse yazmak, delirmek ve var olmak arasındaki güçlü bağ ortaya
çıkar. Yazdılar; çünkü insan ömrü yaşamaya doyamayacak kadar kısadır ve yazmak,
insanın var olma arzusundan kaynaklanır büyük ölçüde. Ölümsüz olmak ya da
arkalarında kalıcı şeyler bırakmak gibi klişelerden bahsetmiyorum burada.
Sözünü ettiğim, tam da yaşadığı kadarına bir anlam katabilme çırpınışı. Büyük
çaresizlik karşısında başvurulan büyük koz. Çünkü (cümleye çünkü ile başlanmaz
diye biliyorum) her koşulda bir kozu olmalı insanın bu hayatta; çünkü hayatta
kalma dürtüsü içgüdüsel bir dürtüdür ve Sartre, insanda her daim var olan şeyin
“olma arzusu” (desire to be) olduğunu iddia eder.
Milan Kundera, “bir gün herkes
yazacak; ama kimse dinlemeyecek” demişti bundan fi kadar zaman önce. Onlar da
yazdı. Yazdı; çünkü anlatmaya çalıştığında etrafında anlatacak birilerini
bulamamışlardı. Nasıl ki bakmakla görmek farklı şeylerse, duymakla dinlemek de
farklıdır. Dinlemekle anlamak da farklıdır ayrıca. Aradaki hendeğin dolu
olacağının garantisi var mıdır? Bu işin garantisi yazmaktır. Yaşamak ve yazmak.
Marquez’in de dediği gibi, anlatmak için yaşamak; çünkü yazmak aynı zamanda var
olmak demektir. Öyle ise, “yazmasaydım deli olacaktım” histerisinin “öteki” ile
kurulan narsistik ilişkiyle yakından alakası olduğunu söyleyebiliriz. Ortada
içten içe ve düpedüz bir deliliğe övgü vardır. Bu, narsistik kişilikteki
yazarın ilgiye, şefkate muhtaç aciz bir kedi gibi mırlayarak (yazarak) başını
okura okşatmaya çalışmasıdır. Yazmak yalnızlık hissini geçici bir süreliğine
ekarte eder; ama daha dikkatli bakıldığında bu yazarların suya yazı yazmaktan
bahsetmediği görülebilir. Arzu edilen, okur tarafından ulaşılabileceği bir
mecrada yazmaktır. Daha açık bir ifadeyle, yazanın dışında birilerinin de
ulaşabileceği bir yerde yazmak. Yazan olmaktan yazar olmaya geçmeye duyulan
müthiş tutkudur mevzuubahis olan. Öyle ya, herhangi birisinin yastık altında sakladığı
günlükten ya da peçeteye karalanan notlardan bahsetmiyor kimse burada.
Her şeyin ötesinde, yazmak, bir
anlamda demir atmak, boğulmaktan kurtulmaktır. Bir karaya ayak basmaktır
okyanusta savrulup duranlar için. Karaya ayak basmakla, iskeleden kendini
serbest stilde suya bırakmak arasında geçen zamandır. Hızlı yüzersen geri
dönemezsin. Arkada kalırsan karayı göremezsin misali –dir okurla ilişkisi de
bir yazarın. Soluk almaktır kulaç atmaktan yorulanlar için; ama aynı zamanda
göçebeliği sürdürmek, mülteci olarak yaşamaya devam etmektir yazmak. Kendi
hayatının mültecisiyken başkalarının hayatına bazen demir atar bazen konar göçersin.
Onlar iyi ki yazdı; ama
“delilik”leri (normatif bir değer atfetmeden kullanıyorum) baki, yazdıkları
metinler biz deli okurlara miras kaldı.
"..bunları yazmakla çıldırmaktan kurtulunur mu?" diye sorar Bilge
Karasu Gece kitabında. Kurtulunamayacağını onlar da bilir elbet. Ancak pembe
yalanlardan kime zarar gelmiş ki bugüne dek?
Peki niye yazar insan?
Peki şimdi ben bu yazıyı niye
yazdım?
Bir nedeni yok, sadece yazdım.
* Kamyon dergi, Eylül 2014
Yorumlar
Yorum Gönder