Modern zaman hastalıklarından bir
tanesi de malumumuz: nostalji tutkusu. Antika, retro, vintage Giyimde,
aksesuarda, ev aletlerinde, türlü çeşit araç gereçlerde başına bu kavramlardan
biri gelmeye görsün, hepsine fahiş fiyatlar biçiliyor. Ruhu olan yalnızca
insanlar değil ki sonuçta. Eşyaların da ruhu vardır. Sahip olduğumuz her şeyi
yitirdikçe başkalarının anılarına, hatıralarına, yaşanmışlıklarına,
tecrübelerine muhtaç hale geldik sanki. O yüzden geçmişe özlem duyuyoruz. Son
on beş yılda bu durum iyice marazi bir hâl almaya başladı hatta. “Nineler/dedeler
gibi konuşma” denilen insanların yaş aralığı 20-30’u geçmiyor. Demek ki
gerçekten de kayıp bir şeyler var kuşağımızda. Yaşadığımız çağ haricindeki
geçmiş çağlardan herhangi birinde yaşıyor olmak için kim bilir neler vermezdik?
Büyüleyici ve ender bir vintage aşka hangimiz ‘hayır’ diyebiliriz? Gel gör ki,
belki derdimize bir çare diye bitpazarlarında, vintage kıyafetlerde, retro
müziklerde, siyah beyaz fotoğraflarda, anane-babanne evlerinin kokusuna dadanıp
eksilen yanlarımızı, kaybettiklerimizi ya da hiç sahip olamadıklarımızı, hiç
deneyimlemediğimiz duyguları arar olduk.
Cahit Zarifoğlu der ya, “Bir
kalbiniz vardı. Onu hatırlayınız..” diye. İşte günümüzde en çok
ihtiyacımız olan şey gerçekten de bu. İnsan olduğumuzu, herkesin bir kalbi
olduğunu hatırlamak. ‘Kırılmaz cam’ gibisinden bize kakalamaya çalıştıkları
ürünlerin dayanıklılığı karşısında bile hayrete düşerken mümkün mü bir kalbin
kırılmaz ve taştan olabileceğini düşünmek? Düşüyoruz böyle hatalara işte bazen,
insanız çünkü. Hayat zorlaştıkça hoyratlaşıyoruz. Üstelik giderek alışıyoruz bu
hoyratlığımıza da. Suçluluk hissetmek aklımızın, kalbimizin bir köşesinden
geçmiyor. Sahibinden hem çok hem hor kullanılmış eskinin sevgilileriyle,
yeninin müzmin bekârlarıyla doldu piyasa. Mottomuz “harder, better, faster, stronger” olduğundan da mütevellit,
ilişkilerimizi de fast-food mantığında yaşıyoruz. Adına “aşk” ya da “sevgi”
dediklerimiz bile gayet ekonomik; kâr-zarar marjı iyi hesaplanmış türden. Ön
sevişme faslını atlayıp ışık hızıyla gelecek orgazmın peşinde koşar olduk.
Uzun bir süredir yakın ve uzak
çevremdeki insanların hayatlarına bakıyorum da, ortalık, – gözlemlemeye
başladığımdan daha önceye dayanan bir yalnızlık– uzun bir zamandır yalnız olup da güzel bir
ilişkiye hasret kalanlar ve bağlanma problemi olan (az biraz deşerseniz bu
‘problemin’ altında aslında acı çekme ya da terk edilme korkusu olduğunu
görürsünüz), kendini ilişkiye hazır hissetmeyen veya başat züürt
tesellilerinden biri olan “bekârlık sultanlıktır”a sığınanlardan geçilmiyor. İki
tarafın da kafamda tekabül ettiği birer şarkı var. İlk gruptakiler için Tanju
Okan söylüyor, “..aşkı bulacaksın bir akşamüstü onunla karşılaşınca”; ikinci grubunki
ise Ziynet Sali’den geliyor, “..bekarlık sultanlık hocam dünya varmış oh
be!” Şarkıların yazıldığı dönemler bile çok şey anlatıyor aslında. Biri 90’lardan,
diğeri 2000’li yılların sonlarından. Tabii o zamanlar bu denli işlenmemişti
kafamıza “her zaman daha iyisini düşle” gibi zehirli tohumlar. Amerikan Rüyası çürütülmemiş olsaydı,
hala daha sevginin yolunun emekten geçtiğine inanabilirdik; ama onun yerini
“armut piş, ağzıma düş” felsefesi alalı epey zaman oldu.
Issız Adam filminin gişe
rekorları kırması veya Yeşilçam filmlerinin efsane aşklarına bunca özlem
duymamız tesadüf değil herhalde. Burada yanlış bir şey var. Bizim birbirimizden
beklediğimize uymayan bir şey. (Yazar burada Yeditepe İstanbul dizisinin aylak
aşığı Yusuf’un unutulmaz repliklerinden birine gönderme yapar.) Beklediğimiz mi
ne? Biraz samimiyet, biraz çıkarsız sevgi. Biraz arsızlarımız ve şanslılarımız için
de bir tutam aşk belki..
Bir modernlik imgelemi sardı ki
etrafımızı ortalık toz duman, göz gözü görmüyor. Modern kadın, modern erkek,
modern ilişki.. Ne menem bir illetse şu modernlik, kurtulamıyoruz bir türlü.
Modern ilişkiden ne anlıyoruz peki? Lafı dolandırmadan ayaküstü bir modern
ilişki açılımı yapayım size: “Öyle çok bağlanmayacaksın”, “deniz balık kaynıyor
her zaman birisi bulunur”, “dur bakalım daha önüne ne fırsatlar çıkacak” (bu
‘fırsat’ sözcüğü de kapitalist ekonominin düsturlarındandır, “krizleri fırsata
çevirmek”e kadar uzanır), “aklın varsa evlenme”, “daha çok gençsin, gez toz
hayatını yaşa”, “deli misin hayatını tek bir insanla çürüteceksin”, “takıl; ama
bu arada etrafına da bakınmayı ihmal etme”, “çok seviyorsan bile belli etme”,
“kıskançlık da neymiş, sana adam/kız mı yok”, “bırak o senin peşinden koşsun”,
“zor kadını oyna” (bunun erkekler için olan versiyonu ne yazık ki bizim
toplumumuzda yok).. Nasihatler uzar gider de, bir tanesi var ki “göster, ama
elletme”den beter. Bazıları çok kaba bulsa da halk arasındaki telaffuzu budur:
“İlk geceden verme.” Bir erkeği elinde tutmanın altın kurallarının başında
geliyormuş. Yani zamanından evvel sevişen her kadın buharlaşırmış illa ki. Ataerkil
toplumuna, eril zihniyetine tükürdüğümün!
Tüm bu laf salataları –laf
salatası diyorum; çünkü hala inatla ilişkilerin bir matematiği olmadığına
inanmak isteyenlerdenim– sırasında kimseler sormaz gerçekten mutlu musun ya da
kimse düşünmez gerçekten mutlu muyum yoksa benden beklenen bu olduğu için mi cool
kadını/erkeği oynuyorum diye. Gerçekten kaçımız farkında modern ilişki denen
şeyin sağlam bir örtük muhafazakârlık barındırdığını? 30’unuzdan önce evlenmeye
karar verdiğinizi söylediğinizde çevrenizden alacağınız tepkiyi sahiden bir
düşünün. “Ne acelen var?” derler insana. Dante gibi ortasına gelene kadar ömrün
bekleyin, daha güzel kadınları, daha yakışıklı adamları, daha zenginleri, daha
iyi kariyerlileri, daha üst rütbelileri.. Duygulardan söz eden yok! Edenler
için de bir tutturmuşlar “kezbanlık yapma!”
Şimdilerde herkesin hatırladıkça
haline güldüğü; ama lise yıllarımızda ilişkinin fiilen ve hukuken başladığını
gösteren “çıkma teklifi”nin kıymetini bilememişiz. Artık ne yaşadığımızdan öyle
bihaberiz ki, “peki biz şimdi neyiz” diye düşünmekten alıkoyamıyoruz kendimizi.
Ne yaşıyoruz, nerede başladı, nerede bitti, sahiden yaşandı mı? Kafalarda deli
sorular. Ah ulan nerede o eski aşklar, eski heyecanlar? Nasıl isyan etmem nasıl
kahretmem! Hayır, insanın sahiden bazen birilerinin karşısına dikilip sorası geliyor,
“beni neden sevmedin?”, “tahminen ne zaman seversin beni?”
ya da “daha kaç dala konacaksın?” diye.
Lise aşklarınızı bir hatırlayın. Liseli
vardı ya, ah o liseli.. Teneffüs zilini beklediğiniz için bir dakikasını bile
dinleyemediğiniz dersleri, belki çıkışta okulun önüne gelir diye Andımız’ın okunuşundan
son dersin bitimine kadar merakla bekleyişlerinizi, ilk öpüşmenin sevincini,
aynı sınıftaysanız hocalara yakalanmadan atılan kaçamak bakışların, ilk defa el
ele tutuşmanın tatlılığını, yıl bile değil ay dönümlerinin kutlanışını, gizli
aşk mektuplarını, saklanan sinema biletlerini, sakız jelatinlerinden bakılan
falları, karnınızda uçuşan kelebekleri hatırlamaya çalışın. Sahici, saf ve
samimi bir şeyler vardı o duygularda. Şimdilerde hepimizin samanlıkta iğne arar
gibi aradığı, masumiyetini kaybetmeyen bir şeyler. Dayatmalardan uzak, özerk ve
özgürdük. Sahilde Cengiz Kurtoğlu’nun (ortaokul evresine kadar uzanıyor Cengiz)
en damar şarkıları eşliğinde elimizde bira şişeleriyle aşk acısı
çekebildiğimiz, sarhoş olunca arayıp onu hala sevdiğimizi söyleyebilecek, hatta
gecenin bir yarısı belki evinin kapısına dayanacak, yolda önünü kesecek ve en
güzeli de, “ulan şimdi arasam çok mu gurursuzluk olur?” diye düşünmek zorunda
olmayacak kadar özgürdük hem de. Şimdi ise hesap kitapların, hırslarımızın,
libidolarımızın tutsağıyız.
Geçen yine düşünüyorum olur
olmaz, yerli yersiz, gerekli gereksiz, aklıma geldi de baya baya anırdım
gülerken. Bugüne kadar aldığım romantik mesajlar arasından aklımda kalan tek
bir mesaj varmış meğersem. Cümle tam olarak şöyleydi: “Ben seni hayatımın
sonuna kadar böyle çaldırabilirim.” (Çaldırarak iletişim kurma ve ödemeli atma
modası vardı hani o zamanlar) Bir de bu mesajdan sonra saatlerce kendi kendime
şapşap şapşal sırıtışım vardı ki, o kısmını neyse ki bir tek ben
biliyorum.
Kısacası demem o ki, tıkayın
kulaklarınızı herkese. Böyle bir dönemde bir kez kıpraşırsa içinizde bir şeyler,
peşine düşün. Seviyorsanız da gidin konuşun bence. Korksanız da yenilgiden, bir
adım atın hiç değilse. Her yeni denemede boğulma tehlikesi atlatabilirsiniz
elbet; ama aynı nehirde iki kere boğulunmaz unutmayın. Velev ki 3-5 saniye
nefessiz kalacaksınız, belki biraz da su yutacaksınız. Ne çıkar?! Hayat öpücüğü
verecek biri daima oralarda bir yerlerde olacaktır.
Şimdi sigaralarınızı yakın, sıradaki
iki parça benden size geliyor:
- Cengiz Kurtoğlu - Liselim
- Ümit Besen - Okul Yolunda
* Kamyon dergi; Ekim 2014
Yorumlar
Yorum Gönder