Her tarafı çelişki yumağı olmuş toplumumuzda, bu kaos ortamının başını hükümet ve itinayla tüm kurumlara doldurduğu “görevliler” çekerken, yine tüm olaylardan “mağdur” olarak çıkan aynı kişiler. Bence bir “hukuk” ve “şiddet” açılımının tam sırasıdır..
Sağlıkçıların olaysız sonuçlanan özlük hakkı direnişine karşılık Sağlık Bakanımız Recep Akdağ, eylem nedeniyle sağlık hizmeti alamayan vatandaşları hukuki yoldan hak aramaya, yani iş kendilerine kalmasın diye vatandaş tarafından cezalandırılmalarını istemeye davet ediyor. Diğer tarafta farklı illerde “parasız eğitim” haklarını almak isteyen liseliler polis tarafından yerlerde sürükleniyor, yetmezmiş gibi “zaten çevreye rahatsızlık verdikleri” sebebiyle vatandaştan da destek görüyor.
ÖSYM, YSK, Sağlık Bakanlığı, Emniyet teşkilatı.. Hiçbir kurumun güvenilirliği kalmamış, hukuksuzluk almış başını depar atmışken başbakan “hukuksuzluk varsa, buna başta ben karşı koyarım” kıvamlı cümleler kurup bir yandan da ordusunu o her kesimden kapsadığı, bağrına bastığı halkının üstüne yürümekle tehdit ediyor. Acaba başbakanımıza göre “hukuksuzluk” nedir? Bu kavramın anlamını bildiğini varsayarsak, hala “ileri demokrasi, hak, hukuk, adalet”ten bahsedebilmesi ve halka “bahşetme” vaadinde bulunabilmesi nasıl bir optimizmdir? Anlaşılan o ki hukuk anlayışı üzerinde bir anlaşma sağlanamıyor, bundandır bütün hak arayışlarını “anarşizm” olarak görme ve vatandaşı yine vatandaş tarafından cezalandırmaya olan eğilimi.. Tehditler ve sindirme politikaları işe yaramazsa rahat rahat ülkede huzur ve istikrar olduğundan gayet tabi rahatça iddia eder; ancak bunu yese yese Türkiye’ye gerçek anlamda Fransız kalmış birileri yer, buna bu ülkede yaşayan vatandaşlar da dahil..
Diğer bir çelişki, dün Diyarbakır’daki polise, belediyelere ait iş makinası ve kamyonlarla direniş sonucunda ilgili belediyeler hakkında ‘görevi kötüye kullanma suçundan’ soruşturma açılacağından bahsedilmesi. Bunun adına rahatlıkla görev suistimali deniliyorken polisin görevi kötüye kullandığı durumlar ne oluyor? “Sehven elinden, ayağından, silahından kaçma” mı? Yoksa net bir şekilde tanımlanmış görev mi yok, bundan mıdır öğle namazının kaç rekat olduğunu sormaları?.
Gelelim diğer bir çelişkiye: YSK’nın veto kararına tepkinin yolu ve şekli “Hammurabi Kanunları”nın dayandığı “dişe diş kana kan” mantığından mı geçmeli? Bir yandan YSK’nın şuursuzluğuna, polisin orantısız şiddetine lanet edip barışın ve demokrasinin önünün tıkanmasından bahsederken, diğer taraftan bu haksızlığa o lanetlenen şiddetle karşılık vermek midir hak hukuk aramanın yolu? Ezilen halkın hakkını savunmak için yine halkı ezmek midir YSK’dan ve AKP’den hesap sormanın yolu? Bir yanda polisin ateşi sonucu hayatını kaybeden bir genç için ağlarken, diğer tarafta mitinglerde masum insanlara saldırmak ve yaralanmalarına sebebiyet vermeyi kim, nasıl açıklayabilir ve haklı gösterebilir? Ya da içinde masum bebeklerin, çocukların, hamilelerin, yaşlıların, öğrencilerin, emekçilerin, engellilerin, Kürtlerin, Türklerin, Alevilerin, Ermenilerin ( ya da her kim ise ) yani halkın bulunduğu ya da bulunabileceği kreşlere, bankalara, ptt binalarına, otobüslere ya da ortalığa atılan taş ve molotofkokteylleri mi getirecek barışı, kardeşliği ya da eşitliği? Ben ne millet, ne dil, ne din, ne ırk, ne etnik köken ne de başka bir ayrım yaparım. Benim için bir üstkimlik varsa bu ancak ve ancak “insan” kimliğidir ve bu yüzden de her ne başlığı altında mücadele ediyorsak, görevimizi yerine getiriyorsak ya da tepkimizi dile getiriyorsak vs. bütün hareketlerimizin insanca olması gerekir eğer “barış” ve “demokrasi” ise söz konusu olan..
Yorumlar
Yorum Gönder