Ana içeriğe atla

Gezme Ceylan Bu Dağlarda Seni Avlarlar// Tecavüz- Kadın- Hukuk(!) –Cansu Karagül


Bir varmış bir yokmuş, kadının biri kendini yollara vurmuş. Kadın, yerinin evi olduğunu bilmiyormuş. Saat neredeyse 8’i vurmuş, kocasının da haberi yokmuş. Üstelik memlekette gece(!) tek başına yalnız sokağa çıkan bir kadına kimsenin hoşgörüsü yokmuş.. İkisi tutmuş, biri soymuş. Ailesinin “namus”una toz konduran bir “yollu”ymuş..
Türkiye’de devletin tüm aygıtları gibi hukuk sistemimiz de var olan cinsiyet eşitsizliğini sürdüren, derinleştiren ve yeniden üreten bir kurum ne yazık ki. Hukuk sisteminde erkek egemenliğinin kanunlar aracılığıyla nasıl pratik edildiğini anlamak için hukukun cinselliğe nasıl baktığını sorgulamak gerekir. Türk Ceza Kanunu’nda yapılan tüm değişiklikler, yenilikler aslında “mış” gibi yapmaktan öteye gidemiyor. Sonuç hep aynı, özelde kadın cinselliği, genelde de kadın denetim altında.. Çare hâkimin değerlerinden, inançlarından, önyargılarından arınmış hükmü, – tabi mümkünse -; çünkü yorum her zaman öznel ve çoğuldur. Toplum hayatı özel ve kamusal diye ayrılıp, özel “mahrem” sayılıyor. Böylece, kamusal alanda yer alan eylemler düzenlenlerken, özel alandaki tezahürlerini düzenleme dışı bırakarak erkek egemenliğini meşrulaştırır. Örneğin, ev dışında çalışanların çalışma koşulları yasalarca belirlenmişken, evde hangi koşullarda çalışılabileceği düzenlenmemiştir. Bu tür düzenleme dışı bırakma, eviçi emeğin değersizleştirilmesi ve sömürülmesine aracılık eder; çünkü onu meşrulaştırmaktadır.
Türk Hukuk sisteminde kadın cinselliğinin erkek egemen ilişkiler düzeninde nasıl denetim altında tutulduğu TMK ( Türk Medeni Kanunu )’nın Aile Hukuku Kitabı’nda açıkça görülmektedir. Örneğin, boşandıktan sonra sadece kadın için 300 günlük evlenme yasağı vardır. Bir başka hüküm, evlendikten 180 gün içinde doğan çocuklar hakkındadır. Eğer 300 gün dolduktan sonra veya 180 gün dolmadan çocuk doğarsa, yasa kocaya doğan çocuğun kendisinden olmadığını iddia etme hakkı vermiştir.* Bu iki hüküm de hukuktaki cinsiyetçi bakışı açıkça yansıtmaktadır.
Hukukun cinselliğe nasıl yaklaşıtığını iyi anlayabilmek için TCK ve YTCK ( Yeni Türk Ceza Kanunu)’ya bakmakta yarar vardır. TCK’da tecavüz suçu “Genel Ahlâka ve Aileye Karşı İşlenmiş Suçlar” başlığı altında yer alır. Bu bakış açısı, şiddetlerin en büyüğü olan tecavüzü bireye uygulanan bir suç olarak tanımlanmaktan ziyade, hiyerarşik olarak bireyin üstünde duran topluma ve temelde de bireyin ailesine yöneltilmiş bir suç olarak görülmektedir. Bu açıdan bakıldığında tecavüzü “namus” kavramıyla ilişkilendirmek, ataerkil toplumsal düzenin nasıl meşrulaştırıldığını çok güzel açıklar. Uzun tartışmalardan sonra hazırlanan YTCK’da ise tecavüz, bireye karşı suç olarak tanınmasına rağmen, bireye karşı suçlar içinde altıncı sıradadır ve konumu yaralama, eziyet etme, terk etme, çocuk düşürmeden sonradır.* Bu değişiklik namus kavramına yer vermiyor dahi olsa, tecavüz suçunun altıncı sırada olması yüzeysel ve biraz da göstermelik bir düzenlemeden öte değildir.
Her gün duyduğumuz, gördüğümüz, okuduğumuz ya da maruz kaldığımız “taciz”in artması elbette ki hukukun ve toplumun kadına bakış açısıyla yakından ilgilidir. “Sanığın davranışı kadınların gezinti özgürlüğü açısından ciddi risk yaratmaktadır” kararı aslında bu bakışı çok güzel ifşa eder; çünkü “gezinti”, uzak olmayan bir yere yapılan gezi demektir. Ya uzak olan bir yere yapılsaydı bu gezi? Ayrıca siz hiç erkeğin gezinti hakkı diye bir şey duydunuz mu ki kadın için ayrıca tanımlanıyor böyle bir hak.. “Hadım” meselesine baktığımızda ise, erkeği “hasta” olarak nitelendirerek tecavüzü hadım yolu ile önlemeye çalışmak da, sorunun “kök”üne inmek yerine erkeği yaradılış olarak agresif ve saldırgan kabul edip suçu meşrulaştırmaktan başka bir şey değildir. Bana kalırsa bu ülkede hadım edilmesi gereken bir şey varsa o da “dekolte giyene tecavüz ederler” zihniyetidir..
* Kurtoğlu Ayça (2009), “Erkek Egemenliği, Kültürel Şiddet ve Hukuk”, Toplum ve Bilim, sayı: 114, sy: 74- 95 (77)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta ...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını...