Ana içeriğe atla

Hadi Tüketelim – Cansu Karagül

Çağdaş dünya, kapitalizmin son evresi – midir bilinmez – olan bir evreye ulaştı ve buna da “tüketim toplumu” diyoruz.

Her şey metalaştı. Her şey alınıp satılabilir ve tüketilebilir artık. Hatta insanlar bile.. Üretici ve tüketici ayrımı diye bir şey kalmadı; istisnasız herkes tüketici günümüzde. Çalışma ve boş zaman diye bir ayrım da yok bu modern – ya da postmodern mi demeli? – süreçte. Tüketmek için çalışıyoruz ve boş zaman da bu tüketim zamanının bir parçası. İki kat sömürülüyoruz kapitalizm tarafından, hem üretici hem tüketici olarak. İki kat yabancılaşıyoruz. İlk aşamada emeğimiz ve emeğimizin ürününü, ikinci aşamada paramızı ve kendimizi yeniden üreteceğimiz zamanı kaptırıyoruz bu sistemde. Boş zaman, kendimizi yeniden ürettiğimiz ve özgürleştiğimiz süreden çok, sistemin kendini devam ettirebilmesi için yarattığı sahte-ihtiyaçların giderildiği bir süreç ve biz, bu tüketim zamanının kendisini bile satın alıyoruz. Bir zamanlar kendimizi ürettiklerimiz üzerinden tanımlarken şimdi, tükettiklerimiz üzerinden tanımlıyoruz. Hayat bile başlı başına bir değer olmaktan çıktı. Biz insanlar, tüketebildiğimiz ölçüde anlamlı buluyoruz hayatı da.

Teknolojik gelişmelere koşut olarak artan üretimin devamı, tüketimin de artmasına bağlıdır ve tüketim toplumunda talebe göre arz değil, arza göre talep yaratma mantığı başat bir rol oynar. Peki kendini nasıl meşrulaştırır? Der ki, “birey, tüketici olarak seçim yapma özgürlüğüne sahiptir; çünkü piyasada herkesin zevkine (!) ve bütçesine göre mal vardır.” İşte bu, ilüzyonun ta kendisidir; çünkü mal ya da hizmet aslında tüketicinin ihtiyaçları doğrultusunda üretilmemiştir. Yapılan şey, başta reklamlar olmak üzere, tüm kitle iletişim araçları sayesinde “sahte bir ihtiyaç algısı” yaratmak ve “kullan-at” kültürünü aşılamaktır. Bunun sonucunda birey, edilgen tüketici olarak neyin ihtiyaç neyin arzu olduğunu sorgulayamaz hale gelir. Dahası, bunun sorgulanması gereken bir şey olduğunu bile fak etmez. Her gün bir yeni ürün üretilir. Hep en yeniyi ve en üst modeli tüketme arzusu hakimdir. Bu tüketim, “ihtiyaç” denen şeyle açıklanamaz. Bu “sahip olma arzusu”dur olsa olsa.

Bizler sanırız ki zevkler her gün değişiyor, cep telefonumuz bir iPhone ya da Blackberry değilse insanlarla iletişim kuramayız, çantamız ya da ayakkabımız bir sezon öncesinin ürünüyse artık kullanamayız, arabamız bir alt modelse yolda kalırız, evimizi yenilemezsek açıkta kalırız.. Fark etmeyiz satın aldığımız şeyin kullanım değerini mi, göstergesel değerini mi tükettiğimizi. Aslında bilmeyiz neyi, neden tükettiğimizi; oysa aslında tükettiğimiz sembolik bir değerdir yalnızca. Bizi telefonumuzun, ayakkabımızın, çantamızın markası, gittiğimiz tatil yeri, bindiğimiz araba, oturduğumuz ev tanımlar. Tüm bunlar prestij ve statü sağlar göstergesel değerler olarak ve biz nesneleri değil, imajları tüketiriz. Sistem de aslında kullanım değeri olan ürünlerden çok, imgesel değeri olan nesneler üretir ve onların yeniden üretimini gerçekleştirir Guy Debord’un öne sürdüğü gibi gösteriyle.

Malların, hizmetlerin tüketilmesi bu çerçevede anlaşılabilir bir ölçüde. Peki ya ilişkilerin metalaşması? Onu nasıl açıklayacağız? Hiçbir ilişki bizi doyurmuyor, kimseler tatmin edemiyor. Daha güzeli, daha yakışıklısı, daha fiti, daha kaslısı, daha çıtırı, daha olgunu, daha zengini, daha yüksek statülüsü, daha sorunsuzu.. Hiç tükenmek bilmiyor arzularımız. Piyasadaki mallar gibi insanları da kullanıp atıyoruz daha yenisine sahip olmak dürtüsü ile. Sanıyoruz ki eskiyen eşyalar gibi insanlar da birbirinin yerine konulabilir. Nasıl ki teknik bakım ister diye uğraştırmasını istemiyorsak eskilerin, eskiyen sevgilileri de uğraştırmasın diye öylece sepetleyiveriyoruz eskicilere ve sanıyoruz ki yeniler eskisi gibi değil, kalacak hep aynı tazelikte..

Sonuçta öğreneceğiz bir gün elbette, yoktur sevilenlerin bir üst modeli ve getirmez çoğu kez mutluluk, hep “daha iyisi ve yenisi” zihniyeti de..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal