Çağdaş dünya, kapitalizmin son evresi – midir bilinmez – olan bir evreye ulaştı ve buna da “tüketim toplumu” diyoruz.
Her şey metalaştı. Her şey alınıp satılabilir ve tüketilebilir artık. Hatta insanlar bile.. Üretici ve tüketici ayrımı diye bir şey kalmadı; istisnasız herkes tüketici günümüzde. Çalışma ve boş zaman diye bir ayrım da yok bu modern – ya da postmodern mi demeli? – süreçte. Tüketmek için çalışıyoruz ve boş zaman da bu tüketim zamanının bir parçası. İki kat sömürülüyoruz kapitalizm tarafından, hem üretici hem tüketici olarak. İki kat yabancılaşıyoruz. İlk aşamada emeğimiz ve emeğimizin ürününü, ikinci aşamada paramızı ve kendimizi yeniden üreteceğimiz zamanı kaptırıyoruz bu sistemde. Boş zaman, kendimizi yeniden ürettiğimiz ve özgürleştiğimiz süreden çok, sistemin kendini devam ettirebilmesi için yarattığı sahte-ihtiyaçların giderildiği bir süreç ve biz, bu tüketim zamanının kendisini bile satın alıyoruz. Bir zamanlar kendimizi ürettiklerimiz üzerinden tanımlarken şimdi, tükettiklerimiz üzerinden tanımlıyoruz. Hayat bile başlı başına bir değer olmaktan çıktı. Biz insanlar, tüketebildiğimiz ölçüde anlamlı buluyoruz hayatı da.
Teknolojik gelişmelere koşut olarak artan üretimin devamı, tüketimin de artmasına bağlıdır ve tüketim toplumunda talebe göre arz değil, arza göre talep yaratma mantığı başat bir rol oynar. Peki kendini nasıl meşrulaştırır? Der ki, “birey, tüketici olarak seçim yapma özgürlüğüne sahiptir; çünkü piyasada herkesin zevkine (!) ve bütçesine göre mal vardır.” İşte bu, ilüzyonun ta kendisidir; çünkü mal ya da hizmet aslında tüketicinin ihtiyaçları doğrultusunda üretilmemiştir. Yapılan şey, başta reklamlar olmak üzere, tüm kitle iletişim araçları sayesinde “sahte bir ihtiyaç algısı” yaratmak ve “kullan-at” kültürünü aşılamaktır. Bunun sonucunda birey, edilgen tüketici olarak neyin ihtiyaç neyin arzu olduğunu sorgulayamaz hale gelir. Dahası, bunun sorgulanması gereken bir şey olduğunu bile fak etmez. Her gün bir yeni ürün üretilir. Hep en yeniyi ve en üst modeli tüketme arzusu hakimdir. Bu tüketim, “ihtiyaç” denen şeyle açıklanamaz. Bu “sahip olma arzusu”dur olsa olsa.
Bizler sanırız ki zevkler her gün değişiyor, cep telefonumuz bir iPhone ya da Blackberry değilse insanlarla iletişim kuramayız, çantamız ya da ayakkabımız bir sezon öncesinin ürünüyse artık kullanamayız, arabamız bir alt modelse yolda kalırız, evimizi yenilemezsek açıkta kalırız.. Fark etmeyiz satın aldığımız şeyin kullanım değerini mi, göstergesel değerini mi tükettiğimizi. Aslında bilmeyiz neyi, neden tükettiğimizi; oysa aslında tükettiğimiz sembolik bir değerdir yalnızca. Bizi telefonumuzun, ayakkabımızın, çantamızın markası, gittiğimiz tatil yeri, bindiğimiz araba, oturduğumuz ev tanımlar. Tüm bunlar prestij ve statü sağlar göstergesel değerler olarak ve biz nesneleri değil, imajları tüketiriz. Sistem de aslında kullanım değeri olan ürünlerden çok, imgesel değeri olan nesneler üretir ve onların yeniden üretimini gerçekleştirir Guy Debord’un öne sürdüğü gibi gösteriyle.
Malların, hizmetlerin tüketilmesi bu çerçevede anlaşılabilir bir ölçüde. Peki ya ilişkilerin metalaşması? Onu nasıl açıklayacağız? Hiçbir ilişki bizi doyurmuyor, kimseler tatmin edemiyor. Daha güzeli, daha yakışıklısı, daha fiti, daha kaslısı, daha çıtırı, daha olgunu, daha zengini, daha yüksek statülüsü, daha sorunsuzu.. Hiç tükenmek bilmiyor arzularımız. Piyasadaki mallar gibi insanları da kullanıp atıyoruz daha yenisine sahip olmak dürtüsü ile. Sanıyoruz ki eskiyen eşyalar gibi insanlar da birbirinin yerine konulabilir. Nasıl ki teknik bakım ister diye uğraştırmasını istemiyorsak eskilerin, eskiyen sevgilileri de uğraştırmasın diye öylece sepetleyiveriyoruz eskicilere ve sanıyoruz ki yeniler eskisi gibi değil, kalacak hep aynı tazelikte..
Sonuçta öğreneceğiz bir gün elbette, yoktur sevilenlerin bir üst modeli ve getirmez çoğu kez mutluluk, hep “daha iyisi ve yenisi” zihniyeti de..
Her şey metalaştı. Her şey alınıp satılabilir ve tüketilebilir artık. Hatta insanlar bile.. Üretici ve tüketici ayrımı diye bir şey kalmadı; istisnasız herkes tüketici günümüzde. Çalışma ve boş zaman diye bir ayrım da yok bu modern – ya da postmodern mi demeli? – süreçte. Tüketmek için çalışıyoruz ve boş zaman da bu tüketim zamanının bir parçası. İki kat sömürülüyoruz kapitalizm tarafından, hem üretici hem tüketici olarak. İki kat yabancılaşıyoruz. İlk aşamada emeğimiz ve emeğimizin ürününü, ikinci aşamada paramızı ve kendimizi yeniden üreteceğimiz zamanı kaptırıyoruz bu sistemde. Boş zaman, kendimizi yeniden ürettiğimiz ve özgürleştiğimiz süreden çok, sistemin kendini devam ettirebilmesi için yarattığı sahte-ihtiyaçların giderildiği bir süreç ve biz, bu tüketim zamanının kendisini bile satın alıyoruz. Bir zamanlar kendimizi ürettiklerimiz üzerinden tanımlarken şimdi, tükettiklerimiz üzerinden tanımlıyoruz. Hayat bile başlı başına bir değer olmaktan çıktı. Biz insanlar, tüketebildiğimiz ölçüde anlamlı buluyoruz hayatı da.
Teknolojik gelişmelere koşut olarak artan üretimin devamı, tüketimin de artmasına bağlıdır ve tüketim toplumunda talebe göre arz değil, arza göre talep yaratma mantığı başat bir rol oynar. Peki kendini nasıl meşrulaştırır? Der ki, “birey, tüketici olarak seçim yapma özgürlüğüne sahiptir; çünkü piyasada herkesin zevkine (!) ve bütçesine göre mal vardır.” İşte bu, ilüzyonun ta kendisidir; çünkü mal ya da hizmet aslında tüketicinin ihtiyaçları doğrultusunda üretilmemiştir. Yapılan şey, başta reklamlar olmak üzere, tüm kitle iletişim araçları sayesinde “sahte bir ihtiyaç algısı” yaratmak ve “kullan-at” kültürünü aşılamaktır. Bunun sonucunda birey, edilgen tüketici olarak neyin ihtiyaç neyin arzu olduğunu sorgulayamaz hale gelir. Dahası, bunun sorgulanması gereken bir şey olduğunu bile fak etmez. Her gün bir yeni ürün üretilir. Hep en yeniyi ve en üst modeli tüketme arzusu hakimdir. Bu tüketim, “ihtiyaç” denen şeyle açıklanamaz. Bu “sahip olma arzusu”dur olsa olsa.
Bizler sanırız ki zevkler her gün değişiyor, cep telefonumuz bir iPhone ya da Blackberry değilse insanlarla iletişim kuramayız, çantamız ya da ayakkabımız bir sezon öncesinin ürünüyse artık kullanamayız, arabamız bir alt modelse yolda kalırız, evimizi yenilemezsek açıkta kalırız.. Fark etmeyiz satın aldığımız şeyin kullanım değerini mi, göstergesel değerini mi tükettiğimizi. Aslında bilmeyiz neyi, neden tükettiğimizi; oysa aslında tükettiğimiz sembolik bir değerdir yalnızca. Bizi telefonumuzun, ayakkabımızın, çantamızın markası, gittiğimiz tatil yeri, bindiğimiz araba, oturduğumuz ev tanımlar. Tüm bunlar prestij ve statü sağlar göstergesel değerler olarak ve biz nesneleri değil, imajları tüketiriz. Sistem de aslında kullanım değeri olan ürünlerden çok, imgesel değeri olan nesneler üretir ve onların yeniden üretimini gerçekleştirir Guy Debord’un öne sürdüğü gibi gösteriyle.
Malların, hizmetlerin tüketilmesi bu çerçevede anlaşılabilir bir ölçüde. Peki ya ilişkilerin metalaşması? Onu nasıl açıklayacağız? Hiçbir ilişki bizi doyurmuyor, kimseler tatmin edemiyor. Daha güzeli, daha yakışıklısı, daha fiti, daha kaslısı, daha çıtırı, daha olgunu, daha zengini, daha yüksek statülüsü, daha sorunsuzu.. Hiç tükenmek bilmiyor arzularımız. Piyasadaki mallar gibi insanları da kullanıp atıyoruz daha yenisine sahip olmak dürtüsü ile. Sanıyoruz ki eskiyen eşyalar gibi insanlar da birbirinin yerine konulabilir. Nasıl ki teknik bakım ister diye uğraştırmasını istemiyorsak eskilerin, eskiyen sevgilileri de uğraştırmasın diye öylece sepetleyiveriyoruz eskicilere ve sanıyoruz ki yeniler eskisi gibi değil, kalacak hep aynı tazelikte..
Sonuçta öğreneceğiz bir gün elbette, yoktur sevilenlerin bir üst modeli ve getirmez çoğu kez mutluluk, hep “daha iyisi ve yenisi” zihniyeti de..
Yorumlar
Yorum Gönder