Ana içeriğe atla

Dedim “Naber” dedi “İyidir” – Cansu Karagül



Şimdi biz –en azından ben öyle sanıyorum- sanıyoruz ki, bu toplumda bir çok insan yaşadığı hiç de insani olmayan bu hayattan şikayetçi. Herkes bir şekilde darbeyi yemiş, yemeye devam ediyor ya da yiyecek. Açlık sınırının altında yaşayan milyonlarca insan var ve açlık sınırı her geçen gün daha da artıyor. “Özgürlük” desen, eser kalmamış. Peki o zaman bu insanlar nasıl hala durumlarından memnun olduğunu söyleyebiliyor?
Geçen haftalarda bir sosyal araştırmada görevliydim. Orta ve düşük (sosyo-ekonomik açıdan) seviyeli bazı mahallelerde görüşmeler gerçekleştirdim. Bu yazıda aktaracaklarım araştırmanın raporu değil, yapmış olduğum anketler esnasında edindiğim bilgilerdir.
Öncelikle şunu söylemeliyim, kürt, alevi, genç, yaşlı, kadın, erkek, bakıma muhtaç, yoksul, sağlıklı, göçmen, ev kadını, çalışan, eski MHP’li, SP’li vs. arasında bir çoğu önümüzdeki seçimde AKP’ye oy vereceğini ifade eden ve genel anlamda AKP, özelde ise Tayyip Erdoğan’a “her şeye rağmen” güven duyan insanlardı. Türkiye’nin ekonomik ve siyasi durumu, yapılan icraatlar, kadına bakış açıları, beklentileri, algıları ve yapılan bir çok yorum beni dehşete düşürmekte yetti de arttı bile.
Kürt nüfusun yoğun olduğu bir semtte hem genç hem yaşlı insanlarla görüştüm (bazıları Türkçe bile bilmiyordu; hanelerde çoğunlukla 8-9 kişi birarada yaşıyordu). Çoğu, AKP iktidara geldiğinden beri Türkiye’deki en özgür ve en rahat dönemlerini yaşadıklarını söylüyordu; ama pek çoğunun eşi, kardeşi ya da yakın akrabası tekstil atölyesinde hiçbir güvenlik hakkı olmadan çalışıyordu, hatta ailenin bazı üyeleri yokluktan okulu bırakıp çalışmak zorunda kalmıştı. Kimisi faturalarla baş edemediğinden buz gibi havada doğalgazı bile yakamıyordu. Ama “memnun”du. Türkiye’ye Suriye’den 2-3 yıl önce göç etmiş bir kadın kendi ülkesinde kadınların hiçbir hakkı olmadığını, Türkiye’de ise kadınlara çok büyük özgürlükler verildiğini söylüyordu. Tercihi ise, görüştüğüm diğer bir çok kadın gibi, Türkiye’de şeriatın olmasıydı. Müslüman bir toplumda tabi ki(!) de devlet yönetiminde din hakim olmalıydı. Elbette ki erkeklerin de çoğu aynı fikirdeydi. İki amcam başım açık olduğu için “sen müslüman değilsin, namussuzsun” diyiverdi direkt. Kadın ve erkeğin yeri toplumda eşit olmalı diyorlardı; ama zaten çoğunun eşi ev kadınıydı. Bazen bu cümlenin arkasından “neden eşimi benden başkası görsün” diye de ekliyordu. Hem kadın hem erkeklerden bazıları bir kadının devlet yönetiminde üst makama gelmesinden rahatsız olacaklarını söylüyordu. Neden onları bir kadın yönetsindi?! Kürt kökenli birinin gelmesinden de rahatsız olacağını belirtenler vardı. Kürtlere güvenmiyorlardı; MHP eski MHP değildi, milliyetçiliği kullanıyordu; SP desek, artık “hoca”ları vefat etmişti. Hepsi için sıra AKP’deydi. Bir amca soruyodu: “İleride çocukları bakan olduğunda üniversitede yumurta atmazsınız kafalarına değil mi?” diye. Trakyalıyım dediğim için, “sen CHP’lisin kesin, Ergenekoncuları savunuyorsunuz işte”diyordu. Yol yakınken ‘doğru yolu’ bulmalıydım. Kimisi aylardır iş arıyordu, çalışanların fabrikalarında durgunluk vardı eskiye göre; gıda, sağlık masraflarını, kirayı, faturaları ödemekte zorluk yaşıyorlardı; ama onlara göre de Türkiye’nin ekonomik durumu gayet iyiye gidiyordu. Bir teyze AKP’nin çiftçiyi desteklediğini, tarlası olana yardımda bulunduğunu, inek verdiğini ve bu yardımların geri ödemesininin 8 yıl sonra faizsiz bir şekilde yapılacağını söylüyordu. CHP ve MHP’nin “Aile Sigortası” ve “Hilal Kart”ı kesinlikle palavraydı. Nereden bulacaklardı o parayı, tabi ki devlet bütçesinden, yine kendilerinden çıkacaktı. Peki AKP’nin “yardımları”nın kaynağı neydi? Bir teyze geçmişte çok zorluk, yoksunluk yaşadığını, pirinç, bulgur, ekmek almak için kuyruklarda beklediğini, şimdi ise marketlerde her şeyi “promosyonlu” olarak kolaylıkla bulup alabildiğini söylüyordu ve O’na göre insanlar gelirlerine göre harcama yapmadıkları için maddi sıkıntı yaşıyordu, yoksa ülkede kriz, işsizlik, yolsuzluk falan yoktu. AKP geldi geleli eğitim, sağlık, ulaşım hizmetleri altın çağını yaşıyordu. Demek ki onlar değildi Metrobüs çilesi yaşayan, çocuklarının dershane masraflarını karşılamakta zorluk yaşayan, çocukları ÖSYM sınavlarında mağdur olan 800 TL ile geçinmek zorunda olsalar bile. Bazı aileler dışarıdan baktığınızda “inşaat alanı burası” diyebileceğiniz evlerde yaşıyordu kapı numarası bile olmayan. Aynı mahallede bir yan sokağında “yardım” dağıtımı oluyordu; ama tek oğluyla yaşayıp geçinmeye çalışan, hiçbir sağlık güvencesi, düzenli gelirleri olmayan ve hem çok yaşlı hem de sağlık problemleri çeken bir teyze kendisine hiçbir yardım yapılmadığını söylüyordu; çünkü O’nun “evi” vardı faturalarını karşılayamadığı, ısıtamadığı; ama O, okuma- yazma bilmeyip oy kullandığında nereye mühür bastığını bile bilmediği halde AKP’ye “oy verecekti”.
Daha pek çok deneyimimi paylaşabilirim; ama bu kadarı bile yeterli bence. Nüfusun geneline vuramasak da, gördüğüm kadarıyla bir kesim pek “memnun” halinden. Peki o halde, şikayetçi olanlara soruyorum: “Ne var canım siz de bu kadar şikayet ediyorsunuz?”

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta ...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını...