Ana içeriğe atla

Kırbacını Kendine Doğrultan Bir Kadın: Matmazel Julie



Bu sezon Tiyatro Boyalı Kuş'un feminist bir dramaturji ve sahneleme anlayışıyla güncel bir değerlendirmeye tabi tuttuğu ve yapıbozumuna uğratarak yorumladığı Matmazel Julie’nin prömiyeri 19 Kasım 2012’de Sahne Cihangir’de gerçekleşmişti. Modern tiyatronun öncülerinden olan İsveçli yazarın 1888 yılında yazdığı oyunun rejisini ve genel sanat yönetmenliğini Jale Karabekirüstlenirken, Mehmet Aslan’ı Jean(uşak), Asiye Dinçsoy’u Kristin(aşçı), Yeşim Koçak’ı ise Julie(matmazel) rolünde görüyoruz.

Oyun, dürtüleriyle hareket eden ve soyluluğunu reddetmeye çalışan kont kızı Julie ile, bireysel başarıya inanan ve kendini “kumaşı iyi” olduğundan ötürü soyluluğa layık gören uşak Jean arasında var olduğu sanılan bir duygunun, yaşadıkları cinsellik sonucu nasıl bir iktidar mücadelesine dönüştüğünü anlatma konusunda oldukça katmanlı bir yol izliyor. İlk etapta kadın-erkek arasında geçen sıradan bir aşk ilişkisine odaklanıyor gibi gözükse de kısa bir süre sonra aslında bunun böyle olmadığını, metnin esas ağırlığını toplumsal cinsiyet eşitsizliği ve sınıf çelişkilerinin sorgulanmasının oluşturduğunu görüyoruz. Matmazel Julie, tüm bunların yanında bir yandan da insanın varoluş sorunlarıyla burjuva ahlakının ikiyüzlülüğünü tartışmaya açması bakımından oldukça önemli bir metin. 


Tek bir mekânda –evin mutfağı- ve zamanda –yaz dönümü gecesi- geçen Matmazel Julie, Jean’la, kendilerince nişanlı olduğunu düşünen Kristin arasında geçen konuşmayla, daha doğrusu matmazelin dedikodusunu yapmalarıyla başlar. Aralarındaki bu konuşmadan, Julie’nin, nişanlısına bir köpek gibi davrandığı için terk edildiğini öğreniriz. Jean Kristin’, Julie’nin o gece ettiği çılgınca danslardan, bunun ne kadar yakışıksız olduğundan ve insanların hakkında konuştuklarından bahsederken bir yandan da Kristin’in, kaba bulduğu üslubunu düzeltmesi ve hanımefendisi gibi ‘zarif’ olması konusunda uyarır. Bu sahneyle başlayan oyun, klasik bir trajedi şeklinde yorumlandığında masum bir kadının karşısına fettan bir kadının konmasıyla (bir yanda domestik işlerle uğraşarak hem sınıfsal hem kadın’sal konumuna uygun rollerini yerine getiren Kristin, diğer yanda “hoppa”, erkeklere özgü bir sınırsızlık ve aldırmazlıkla tutkularına gem vurmayan Matmazel Julie) oldukça didaktik bir anlayış sunabilecekken, Jean ve Julie’nin yaşadığı (ya da belki bizim öyle sandığımız) tek gecelik ilişkiden Julie’nin intiharına değin gelişen olaylar ve durumlar postmodern bir yoruma tabi tutulmaları sonucu izleyenlere farklı bir çerçeve sunar.


Soylu ve aristokrat bir aileye mensup olan Julie, yetiştiriliş tarzından dolayı hem annesini suçlayan, hem de babasından intikam almaya çalışan güçlü, hırslı ve aslında hem sınıfsal hem de cinsiyet rollerine sıkışıp kalmış ve sınırlarını kaldırmaya çalışan bir kadındır.  Çocukluğundan beri erkeklerden nefret eden, bir anlık boşluğuna denk gelen zamanları da “zaaf” olarak nitelendiren Julie, Jean'la yaşadığı kaçamaktan sonra inanılmaz bir çıkmaza sürüklenir. Tıpkı Jean’ın kont ünvanına ulaşmak için Julie’yi basamak olarak kullanması gibi, Julie de evin uşağını, kimliğine kazınmışçasına sorumluluğunu taşıdığı tüm toplumsal rollerinden sıyrılmak için kullanır. Julie'nin aristokratik konumunu reddetme çabasını ve sosyal sınıf olarak kendinden daha alt tabakan bir erkekle beraber olmasını, hem annesinden hem babasından hem eski nişanlısından almaya çalıştığı intikam için bir yol olarak görmek mümkün. Belki de bilinçaltının bu itkileri, “Siz, içinde doğduğum sınıfın hiçbir zaman dışına çıkamayacak oluşumu anımsatıyordunuz bana.” sözlerinde en açık şekilde ifade bulur. Ancak Jean’ın odasında yaşadıkları ilişkiden sonra Jean’ın kaba ve duygusuz davranışları Julie için koskoca bir hayal kırıklığı ve pişmanlığa sebep olur ve oyunun içinde başka bir oyun gelişir. Yaz dönümü gecesi herkes için bir kırılma noktası olur ve efendiyle uşak arasındaki hiyerarşi tepetaklak olur. Bir köle karşısında daha soysuz bir pozisyona düşerek kendi onurunu ve ailesinin soyunu yerle bir ettiği düşüncesi Matmazel Julie’yi intihara kadar sürükler.


Natüralist bir trajedi olarak nitelenen metinde Matmazel Julie karakteri, özgür iradesi olan birey olarak kadından ziyade, yetiştiriliş tarzı ve genetik özelliklerin bir sonucu şeklinde kurgulanmıştır. Özünde iki karakter üzerinden ilerleyen oyunda, kendi aralarındaki ‘oyun’ sayesinde kimliklerinden sıyrılıp sıyrılamayacaklarını görmeye çalışan Jean ve Julie, kısa bir süreliğine birbirlerinin konumunu aldıklarında “belki de aslında sanıldığı kadar fark yok insanlar arasında” sonucuna ulaşırlar. Ancak elbette kocaman bir fark yüzyıllardan beri var olmaya devam edecektir: “Kadınla erkek arasındaki o her zamanki fark.” Eşit payları olmasına rağmen, iki tarafın “hata”sının bedelini Julie’ye canıyla ödeten iri bir fark.. “Suçlu kim? Ne fark eder? Suçu kabullenip sonuçlarına katlanması gereken benim.” Verili olanı kabullenen ve bu nedenle hayatta kalmayı hak eden ise, “mutfağında” erkeğini bekleyen Kristin’dir.


Oyun boyunca minimal parçalardan oluşan ve “mutfak” algısını yaratan dekor ise, oyun süresince sahnede kendisini görmesek bile her an her yerdeliğini hissettiğimiz iktidarı Kont’un binici çizmesiyle aktarması bakımından iyi düşünülmüş. Yapıbozumsal yorumuyla Jale Karabekir, tüm yaşananlara rağmen oyunun sonunda Julie’yi Kristin’le dayanışmaya iterek, Kristin’in de Jean’a tabiri caizse tekmeyi bastırarak Tiyatro Boyalı Kuş’un feminist bir bakış açısını da seyirciye yansıtmayı başarıyor.


* 18 Aralık 2012 Salı Saat 20:30
  26 Aralık 2012 Çarşamba Saat 20:30’da Sahne Cihangir’de oyunu izleme fırsatı bulabilirsiniz.

Cansu Karagül
cansu_karagul@hotmail.com
https://twitter.com/cansukaragul

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal