Ana içeriğe atla

Hatta Tiyatro Da Yapılmayıversin




Öncelikle yazıya başlamadan, Cengiz Semercioğlu'nun 18 Aralık Salı günü Hürriyet'teki köşe yazısından bir bölümü paylaşmak istiyorum aşağıda.


"Kapalı yerde sigara yasağı başladığı günden bu yana tiyatro oyunlarında da oyuncular sahnede sigara içemiyor. Ama ısrarla içmek isteyenler var.
Bu bir sansür mü?
Oyuna müdahale mi?
Değil!
Son olarak “Sezuan’ın İyi İnsanı” adlı oyunu sahneleyen oyuncular, sahnede sigara içtikleri gerekçesiyle Sağlık Bakanlığı denetçileri tarafından para cezasına çarptırıldı.
Oyuncular da itiraz ediyor buna.
Neye itiraz ediyorsunuz arkadaşlar?
Pekala sahnede sigarayı yakmadan elinizde tutabilirsiniz…
Oyuncunun sigara içmesi oyunun vazgeçilmez bir unsuruysa, buhar üfleyen elektronik sigaralardan kullanırsınız, olur biter.
İlla gerçek sigara mı kullanmak zorundasınız?
Sahnede, bir tecavüz sahnesinde rol arkadaşınıza gerçekten tecavüz mü ediyorsunuz?
Ya da bir cinayet sahnesinde gerçek silahla mı ateş ediyorsunuz?
Nasıl ki sahnede birçok şeyi seyircinin hayal gücüne bırakıyorsanız, sigara içmeyi de isteseniz çok rahat çözebileceğinizi hepimiz biliyoruz…
Ama istemiyorsunuz, inatlaşmayı tercih ettiğiniz için de bu küçük krizler çıkıyor.
…"

Kendisi bunca yıllık gazeteci olarak farkında değil midir acaba yazısındaki sansür nidalarının ve Türkiye'de gerek sanatın, gerek diğer pek çok alanın bu mantık dolayısıyla bırakın yerinde saymayı, her geçen gün daha da geriye pompalandığının?

Yazıyı neresinden tutsanız elinizde kalır, elinizi yaralar..

Daha sıcak gündemde, oynadıkları "Palto" oyunuyla "halkı askerlikten soğutmak" gerekçesiyle ceza alan Yenikapı Tiyatrosu örneği önümüzde dururken, ibret olsun diye “Sezuan’ın İyi İnsanı” oyununu örnek göstererek, artık aba altından bile gösterilmeyen sopayı insanın gözüne soka soka sallaması mı, "Neye itiraz ediyorsunuz arkadaşlar?" diyerek ahkam kesmesi mi, yönetmenliğe ve tiyatroda görev alan daha birçok insanın işine soyunması, tercihlerini, yöntemlerini sorgulaması mı.. Hangisi daha büyük bir kendini bilmezlik? Ya da, tiyatro biliminden çok anlıyormuş gibi alternatif çözümler üretmesi -ya da 'iktidarın hoşuna gitmek için neler yapmalısınızın' ipuçlarını vermeye çalışması mı demeli- ve tiyatro estetiğinde belki de çığır açabilecek fikirlerini tek yolmuş gibi sunması mı, karşılaştırma yaptığı ve verdiği absürt ve sığ ötesi örnekleri mi, sonundaki bunu küçük bir kriz olarak görmesi ve basit bir "inatlaşma"ya indirgemesi mi?

Biraz daha devam etse, "sahnede çıplaklığa ne gerek var, soyunmaya ne gerek var, öpüşmeye ne gerek var, küfür etmeye ne gerek var"a kadar gelir. Hatta, bu öğeleri barındıran metinler sahnelenmeyiversin, sahnelenenler de kaldırılıversin, belki yazarları da ufak bir para cezasına çarptılmayı mı versin?

Çok uzak değil, bunun biraz daha ileri aşaması, sanat da biraz sansürleniversin, kentler de dönüşüversin, üniversiteliler başbakancıklarını ve hükümeti protesto etmeyiversin, öğrenciler YÖK'ü hiç suçlamayıversin, gazeteciler, yazarlar, akademisyenler iktidarı eleştirmeyiversin, emekliler, işçiler, işsizler her kesim haline şükredip 'bundan iyisi can sağlığı' deyiversin, ilkokullarda dinimiz ve Hz. Muhammed'in hayatı diğer tüm derslerden ağır basıversin, Kürtler de Kürtçe konuşmayıversin, faili meçhuller aydınlatılmayıversin, dahası, altta kalanın canı çıkıversin'dir..

Bu ülkede, hele ki bu zamanda, yasaklar almış başını çığ haline varmışken köşe yazarları ve gazetecilerin bu denli "saf" ve "uysal" ayağına yatmalarını, "bakın böyle bir yasak var, ceza bile aldılar, niye uymuyorsunuz" demek yerine tüm "baskı ve yasakların" -ayırt etmeksizin- karşılarında durmamalarını, bu denli pasif kalmalarını, iktidarın insanlara yönelttiği oku alıp iktidarın kendisine geri çevirmemelerini aklım, mantığım, vicdanım, hiçbir şeyim kabul edemiyor maalesef. Kimseye de etmemeli, eğer kendi hürriyetinin önce başkalarının hürriyetini savunmaktan geçtiğinin biraz olsun şuurundaysa..

Başkalarına "mış gibi" yapın diye akıl vermek yerine artık, hepimizin "mış gibi" yapmaya bir son vermesinin vakti gelmedi mi?.

* cansu_karagul@hotmail.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal