Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Eylül, 2013 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Aylak, Yalnız ve Gezgin Bir Ruh: Jack Kerouac

Daha önce ‘Yolda’, ‘Zen Kaçıkları’, ‘Yeraltı Sakinleri’ gibi en önemli yapıtları yine Ayrıntı Yayınları’ndan çevrilen Fransız asıllı Amerikalı romancı ve şair Kerouac’ın ‘Yalnız Gezgin’i, tabiri caizse onu en çok parlatan ‘Yolda’ kadar beğeni toplayan bir kitap. Her ne kadar kendisi bu sıfatlandırmalardan hazzetmese de, Allen Ginsberg ve William S. Burroughs gibi Beat kuşağının ismi en bilindik olan Jack Kerouac, ‘Yalnız Gezgin’le okuru şehirlerin içinden, kıyıların kenarından geçen bir yolculuğa çıkarıyor. Bir kaçış hikâyesi Yalnız Gezgin Jack Kerouac Çeviri: Funda Uncu Ayrıntı Yayınları 192 sayfa. Yolculuklar aslında dışarıyı gezip görmek kadar insanın kendi içini keşfetmek için de çıktığı bir seyahattir. Kendimizle baş başa kalabilmek, kendimizden kaçabilmek ya da yaşanabilecek yeni bir dünya keşfetmek için dağlar bayırlar aşarız, kilometreler kat ederiz çoğu zaman. Ardımızda bırakmak istediğimiz yalnızlıklardan, acılardan, yaşanmışlıklardan, kısacası varoluşumuzdan kurtulab

7. TÜRKİYE TİYATRO BULUŞMASI'NDAN İZLENİMLER: "Yazıklar Olsun Kurtarıcı Bekleyenlere"

Tiyatro sanatını yaşatmak ve halkla buluşturmak için Dikili'de yapılan Tiyatro Buluşması'na emek veren, kurtarıcı beklemeden elini taşın altına koyanlara, katılan, dinleyen, izleyen herkese çok şey borçlu olduğumuzu düşünüyorum. Türkiye’nin en önemli buluşmalarından biri olan, binlerce insanın birbirine temas ettiği sanat soluduğu 15-18 Ağustos tarihlerinde Dikili’de gerçekleştirilen  Yedinci Türkiye Tiyatro Buluşması ’nı geride bıraktık. İzmir Yenikapı Tiyatrosu’nun öncülüğünde ve Dikili Belediyesi’nin, özellikle de Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven’in desteğiyle gerçekleşen ve benim de katılımcılar arasında yer aldığım festival tahmin edilebileceği gibi (ve ne yazık ki) görünür (!) medyada yer almadı. Etkinlikle ilgili haberlerin basında tek tük sayıda yer alması, kültür sanattaki merkez-periferi yaklaşımını akıllara getiriyor. Malum son yıllarda sanat için sanat ve tiyatroda biçimcilik adeta kutsanırken, İstanbul –hatta Beyoğlu ve çevresi– dışında gerçekleşen

Sonsuzluk ve bir bira

“Çocukluğum babamın ayık tek bir akşamını bile görmeden geçti.” Bir şehir düşünün, alkol mimlenmemiş olsun ve “iki gece üst üste içildiği zaman” çok içilmiş sayılmasın. Bir kasaba düşünün, “zamanın ilerlediği tek yer meyhaneler” olsun. Bir meyhane masası muhabbeti hayal edin, içinde Proust’un, Borgess’in, Beckett’in ya da Bukowski’nin adı geçsin. Bolca bira, tutkulu bir aşk, tutunamayan bir yazar, ne şehirli ne kasabalı olabilmiş insanlar, Vito Bar - nam-ı diğer Engin’in Yeri ve Lüleburgaz… Aslında 1001 Fıçı Bira , ne birinin ne de diğerinin; ama ayrı ayrı her birinin hikâyesi.   Roman ve hikâye yazarlığının yanı sıra Taraf Gazetesi’nde tiyatro eleştirileri ve çeşitli mecralarda edebiyat üzerine yazan, aynı zamanda İMC TV’de Kültür Sanat Editörü olan Ferhat Uludere’nin yayımlanmış ilk romanı olan ve Yitik Ülke Yayınları tarafından yeniden basılan 1001 Fıçı Bira, yazar hakkında kısa bilgilerin yer aldığı ilk sayfalardan itibaren çakırkeyif bir sürükleyiciliğe sahip. Kendisi

Kurguyla gerçek arasında bir roman

Roman, kendine has estetik ölçütlerle değerlendirilmeyi hak eden ve gerektiren bir edebi türdür. Buna rağmen her roman –ne denli kurguya dayalı yazılmış olursa olsun, içinden çıktığı döneme dair birtakım kalıntılar barındırır. Elbette bu kalıntılar tarih kitabı misali bir analize izin vermez, zira en nihayetinde bir edebiyat türü olan romana bu şekilde yaklaşmak onun sanatsal değerini hiçe sayıp kitabı da bir tarihi belgeye indirgemek olur. Ancak toplumsal olgular gibi, sanat alanının da icra edildiği çağ ile yakından bir ilişkisi olduğu göz ardı edilemez. Buna verilebilecek en bariz örnekler, 20. yüzyıl başında Almanya’da I. Dünya Savaşı’na, Rusya’da ise Sovyet rejimine bağlı olarak gelişen sanat akımlarıdır. Bu bağlamda, Mihail Bulgakov’un kendi yaşam tecrübelerinden yola çıkarak yazdığı Teatral Bir Roman (Siyah Kar), bir piyesin sahnelenme sürecinin yanı sıra hem dönemin belli siyasi ve toplumsal koşullarına, hem de Moskova’daki tiyatro dünyasına ışık tutar.  Dünya klasikle

Bourdieu’den davet var

Geçtiğimiz yıl yayıncılık sektörüne katılan Heretik Yayınevi, mayıs ayında çıkardığı tazecik üç kitap ile okuyucuyla selamlaştı. Manifestolarında “ sadece sosyal ve doğa bilimlerinde değil, edebiyatta, sanatta ve her türlü kültürel yaratım alanlarında, çatlaklardan sızan eleştirinin beşiği olmayı” şiar edindiğini belirten Heretik, mevcut kitaplarıyla sosyal bilimler alanındaki, -özellikle de sosyoloji- yayınlarında mevcut bir gediği dolduracağa benziyor. Yayınevinin kurucusu ve Pierre Bourdieu – Seçilmiş Metinler (Choses dites) ’i Türkçe söyleyen (kendisi “çevirmen” yerine Can Yücel’den “Türkçe söyleyen” ifadesini ödünç almayı tercih etmiş) Levent Ünsaldı aynı zamanda Ankara Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde akademisyen. Hal böyle olunca yayınevi politikası ve tercihlerinin de soysal bilimlerden yana olması hiç şaşırtmıyor. Türkçedeki Bourdieu (1930-2002) çevirilerinin vahameti, okurları tarafından sıkça dile getirilen ve şikâyetçi olunan bir gerçektir. Bir diğer sıkıntı ise,

Ufacık tefecik içi dolu Alper Kamu

Bittiğinde üzüldüğü kitaplar, “benim yazarım” dediği isimler vardır pek çok sadık edebiyat okurunun. Son yıllarda bu yazarların önde gelenlerinin başında Alper Canıgüz olduğu su götürmez bir gerçektir. Özellikle de Oğullar ve Rencide Ruhlar, Canıgüz yazınıyla ilk defa buluşan hemen herkesin rutin edebiyat anlayışında şiddetli sarsıntılara yol açmış, bu anlamda da alternatif bir okur kitlesinin, “Canıgüz okuru”nun doğmasına vesile olmuştur. Bir de kahramanları vardır herkesin hayatta. Kimi gücünü kaslarından, kimi zekâsından, kimi yaşından (yaşın tecrübe, tecrübenin ise güç doğurduğundan söz edilir, her ne kadar Alper Kamu karakterinde bunun tam tersine rastlasak da), kimi ise özel yeteneklerinden alır ve kahraman olarak adlandırılır. Çoğumuz için öncelikler değişse bile, muhtemelen hiçbirimiz kahraman dendiğinde beş yaşında bir çocuğu aklımıza getirmeyiz. “Beş yaşının baharında”ki bir velet olan isyankar, zeki, fazlasıyla bilgili, meraklı, dikkatli, akıllı fırlama Alper Kamu t

Sanat Suç ise Masumiyet Düştür

“Suç edimiyle şu ya bu biçimde buluşturulan ‘sanat’ın –olmazsa olmaz– ‘eleştirel duruş’u, demokrasiyi içselleştirememiş günümüz toplumlarında da, dayatmacı ideolojilerin ‘evcilleştirme’ operasyonuyla karşı karşıyadır.”(Prof. Dr. Ayşegül Yüksel) Aralık 2012’nin ortalarında, ismine pek de kulağımızın aşina olmadığı Ceylan Yayıncılık’tan manifesto niteliği taşıyan bir kitap yayınlandı: “ Sanatta İşlenebilecek Suç Yoktur ”. İzmir Yenikapı Tiyatrosu’nun derlediği Sanatta İşlenebilecek Suç Yoktur , bir vicdani red eylemi sırasında Gogol’un ‘Palto’ adlı oyununu oynaması sonucunda ‘halkı askerlikten soğutmak’la suçlanan ve davayla ilgili, “Sanatta hiç bir suçun olmayacağına inanıyoruz. Bu davada yargılanan ben değilim, sanattır. Sokakta olmaya, sanatı barış diliyle büyütmeye devam edeceğiz” diyen arkadaşları Nimet Nazlı Masatçı’nın yanında olduklarını göstermek amacıyla, karar duruşmasının da olduğu 11 Aralık 2012 günü okuyucuyla buluştu. Kitap, hukuki bir davaya karşı ses çıkara

“Ses” her zaman üç harften fazlasıdır!

Derler ki, insanın bir duyu organı sorunlu ve diğerlerine nazaran daha az işlev görüyorsa bir diğer duyu organı daha fazla çalışır ve daha duyarlıdır. Bu yüzdendir birinin daha az keskinse gözleri tıpkı “yarasalar” gibi daha çok işitir kulakları, kokuları daha az duyumsuyorsa tanıyordur kokuları bazılarımızdan fazla. Daha çok duyanlar için bir süre sonra seslerden kaçmak imkânsızlaşır, hatta sessizlikten bile ve sesler de sessizlik de çok şey anlatır, özellikle savaşın hüküm sürdüğü bir ülke ve dönemde. Çağdaş Alman edebiyatının hatırı sayılı yazarlarından Marcel Beyer’in 1995 yılında Ingeborg Bachmann ödülü alan ve ülkemizde ilk çevirisinin üzerinden on beş yıl geçtikten sonra Ayrıntı Yayınları tarafından yayımlanan romanı Yarasalar, II. Dünya Savaşı’nın hüküm sürdüğü dönemde Almanya’nın, Nazi dünyasının ve soykırımın iç ve dış sesini duymaya, duymaktan da öte dinlemeye çağırıyor okuru. Roman durmadan değişen iki anlatıcının aktarımlarıyla ilerliyor. Biri sekiz yaşında

Suçla-MA oyunu

Ayrıntı Yayınları’nın Lacivert Kitaplar serisinden çıkan  Günah Keçisi gülme, öpüşme, şöhret, aptallık ve baştan çıkarma gibi sıradan, sıradan olduğu ölçüde gözden kaçan, deşildikçe ise ilginçleşen birbirinden farklı olguların yanına eklenerek serinin genel çizgisini takip ediyor ve kavramı hem toplumsal- dolayısıyla kültürel, siyasal ve ekonomik, hem de psikolojik yönlerden çarmıha geriliyor. Gündelik hayatta herkesin kullandığı, ortak deyiş olarak nitelendirilebilecek pek çok sözcük veya söz öbeği vardır. Bu deyişlerin nereye gönderme yaptığını bilsek dahi çoğu kez nereden geldiğini bilmeyiz. Bilip bilmemenin de ötesinde, tıpkı atasözlerinde ya da deyimlerde olduğu gibi, nereden, ne zaman ve hangi sebeplerle doğduğunu sorgulamak dahi gelmez aklımıza. İşte Charlie Campbell Günah Keçisi ’nde “suçlama oyunu” olarak tanımladığı evrensel davranış kalıbının arkeolojisini yaparak tarih boyunca hangi toplumlarda, hangi kültürlerde hangi biçimlerde tezahür ettiğini ortaya koyuyor v

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Minör edebiyatın ustası: Bilge Karasu

Bazı yazarlar vardır ki, onları okuyabilmek, onların dünyasına girebilmek, dilinden anlayabilmek, okurken yazdıklarında kendini kaybedebilmek, kısacası o yazarın okuru olabilmek için belli bir birikim ve hatta daha da ötesinde özel bir “eğitim” gerekir. Bu dikenli yolda o yazarlar ve eserleri hakkında tezler yazılır, sempozyumlar, atölyeler düzenlenir, kitaplar derlenir. Bilge Karasu’yu Okumak bunun örneklerinden yalnızca biridir. Yazın dünyasında 1963 yılından beri Karasu’nun neredeyse bütün eserlerini yayınlayarak yazarın ismiyle bütünleşen Metis Yayınları, 2010 yılından beri “Bilge Karasu Edebiyat İncelemeleri Dizisi” adı altında farklı disiplinlerdeki edebiyat çalışmalarına katkı sunuyor. Geçtiğimiz mayıs ayında ise, yazarın şair ve eleştirmen dostu Halûk Aker ile mektuplaşmalarından oluşan “Halûk’a Mektuplar” ve sempozyum sunuşlarından derlenen “Bilge Karasu’yu Okumak”ı yayınlayarak Karasu patikasını okuyucusu için daha da genişletiyor.  2010 yılında Bilkent Üniversitesi’nde d

Fazlasıyla tarihsel fazlasıyla genç bir söylem: “Delilik”

Ayrıntı Yayınları Foucault külliyatına bir yenisini daha ekledi: Akıl Hastalığı ve Psikoloji . Foucault’nun ilk kez 1954 yılında yayımlanan ve 1962’de gözden geçirilmiş ikinci basımı yapılan kitap Türkçe’de ilk kez “Psikoloji ve Ruhsal Hastalık” adıyla Birey Yayınları tarafından 2000 yılında basılmıştı. Kitap hakkında öncelikle şunu söylemek gerekiyor, Türkçe’deki ilk çevirisiyle yeni çevirisi karşılaştırıldığında çeviri işinin başlı başına bir sanat olduğu klişesini ve kötü çevirinin kitabın üstüne nasıl da kâbus gibi çökebileceğini tekrarlamakta fayda var. Bu noktada Ayrıntı’nın Foucault çevirileri konusundaki özenli tutumunu ve Akıl Hastalığı ve Psikoloji özelinde Emre Bayoğlu’nu takdir etmek gerekiyor. Fransız yazar, filozof ve sosyal teorisyen Michel Foucault belki de 20. yüzyılın en çok yankı uyandıran, en çok tartışılan ve en zor anlaşılan çağdaş düşünürlerinden biri. Çalışmalarında bilgi-iktidar-söylem üzerine odaklanan Foucault bu ilk kitabında deliliğin hastalık ve n

Farklı Dünyaların Sanatları

Şikago Ekolü mensuplarından Amerikalı sosyolog Howard S. Becker’in sanat sosyolojisi alanındaki en temel eserlerden, Pierre Bourdieu’nun Sanatın Kuralları (The Rules of Art) ’na ek olarak, biri olan Sanat Dünyaları (Art Worlds) , bugüne dek alanla ilgili pek çok nitelikli kaynağın kazandırıldığı Ayrıntı Yayınları’nın ‘Sanat ve Kuram’ dizisinde yerini aldı. Kitap, Becker’in, yazıldıktan otuz bir yıl sonra Türkçe’ye kazandırılmış ilk yapıtı olması nedeniyle de özel bir önem teşkil ediyor.     Becker sembolik etkileşimcilik anlayışıyla ele aldığı Sanat Dünyaları ’nda, sanata toplumsal bir eylem, kolektif bir faaliyet biçimi ve meslek dalı olarak yaklaşıyor. Bir sanat ürününün yaratımında işbölümünün elzemliğinden bahseden Becker, sanat ürününün ne denli bireysel bir faaliyet gibi gözükürse gözüksün pek çok insanın koordine bir şekilde çalışarak ortaya çıkardığı bir şey olduğunu ve herhangi bir aşamanın diğerinden daha az önemli olmadığını tarif ediyor. Örneğin, nasıl ki müzik enstr

Antropolojide 'tutulma an’ı

80 sonrası akademik alanda yayınlanan çalışmaların çoğunda gözlemlenebilen ortak bir vurgu mevcuttur. Bu vurgunun kaynağı, Lyotard’ın sosyal bilimler için kırılma noktalarından biri olarak kabul edilebilecek Postmodern Durum ’unda açık açık tartışılır. İçinde bulunduğumuz ve postmodern, postyapısalcı ya da postmarksizm gibi farklı duruş noktalarının tezahürünü yansıtan ifadelerle tanımlanan çağda metaanlatılara karşı duyulan inanç bütünüyle sarsılmıştır. Artık ‘bütün’ olarak ele alınan ne varsa parçalanmıştır ve parçalardan hiçbiri diğerinden daha az önemli değildir. Bağlamsallığın her şey haline geldiği yüzyılda, başta paradigmalar olmak üzere, sorgulanmayan hemen hiçbir düşünce sistemi ya da biçimi kalmamıştır. Bunun toplum bilimlerindeki yansıması ise, 50’ler ve 60’lar boyunca dilbilim modeliyle eşgüdümlü giden yapısalcılığın 60’lardan itibaren yerini genelleştirici toplum kuramlarından toplumsal gerçekliğin farklı yüzlerini ele alma eğilimine bırakmasıdır.  İşte, Kültürel E

İmgenin katı, sıvı, gaz hali

Daha önce Karşı Ateşler , Medya ve İletişim Sosyolojisi , Bilgi Toplumunun Tarihi ve İletişimin Dünyasallaşması kitaplarının çevirmeni olarak ismine rastladığımız Halime Yücel, İmgeden Yoruma ’da zor bir alana- imgenin dünyasına- temkinli ve bir o kadar da ne anlattığını bilen bir tavırla girerek okuyucusunu sorgulamaya ve imgeden korkmamaya çağırıyor. Gündelik hayatta her an karşı karşıya kaldığımız ve çoğu zaman hiç farkında olmadan kuşatıldığımız gösterge evreninde çoğumuzun sorgulamayı pek de akıl etmediği bir kavramdır imge ve tüketirken aynı zamanda ürettiğimiz gerçeği çoğu kez unutulur. Günümüzde çağdaş iletişimin en önemli araçlarından biri sayılan bu belirteçlerin yorumlanması, aynı zamanda ele alınması ve kavranması en komplike süreçlerle sıkı sıkıya bağlıdır. İmgenin kişiden kişiye değişen tanımları olduğu gibi algılanması da herkes tarafından farklılaşır. Bunun en güzel örneği, bir tablo karşısındaki “izleyici/seyirci”nin konumudur. Bu durumu, ‘bakan göz’ v

En büyük harfle başlar Sessizlik

Sessizlik bugüne dek üzerine çokça düşünülen, konuşulan, yazılan ve çizilen kavramlardan biri olagelmiştir. Başta felsefe ve dilbilim olmak üzere edebiyat, psikoloji, tıp veya antropoloji gibi pek çok farklı disipline malzeme olan, hatta malzeme olmaktan öte başat bir duruşa sahip sessizlik, Burcu Canar’ın “Tuhaf Alan”ında, bugüne kadarki ele alınış biçimlerinden bambaşka bir tarzda mercek altına alınıyor. Hacettepe Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde öğretim görevlisi olan Burcu Canar’ın 2012 yılında Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Gazetecilik Anabilim Dalı’nda kabul edilen doktora tezinin Ayrıntı Yayınları tarafından kitaplaştırıldığı Tuhaf Alan , hem ele aldığı konu, hem de ele alış biçimiyle literatürdeki söz-sessizlik-yazı üzerine imza atan mevcut çalışmaları önce yere serip sonra yerle bir etmeye niyetlenen bir inceleme. Bu yolda Bakhtin’i, Nietzsche’yi, Artaud’yu, Deleuze’ü, Heidegger’i, Derrida’yı, Blanchot’yu, Beckett’i ve hatta Foucault’yu harcamayı b