Ana içeriğe atla

Roman Kuramına Giriş



Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var.

Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını Arayan Edebi Tür”; “Roman ve Gerçekçilik”; “Roman ve Hikâye”; “Roman ve Epik”; “Roman ve Parodi”; “Roman ve Anlatı”; “Roman ve Tarih”; “Realizm, Modernizm, Postmodernizm” ve “Roman, Bugün” gibi başlıkları görebiliriz. Tüm bu başlıklar bağlamında, roman ve kuramın nasıl bir etkileşim içinde bugüne kadar geldiği ele alınmaktadır.

Roman, iki yüz yılı aşkın bir süredir tüm sınıflandırma ve tanımlamaları reddeden, bundan dolayı mutlak bir tanıma kavuşamamış, her daim kendi çağının ötesine geçebilmiş “sonradan görme” bir edebi türdür. Romanın çok geniş yelpazede bir okuyucu kitlesine hitap ettiği, roman okurunun sayısının şiir veya öykü gibi diğer edebi türlerin okuyucu sayısıyla kıyaslandığında her zaman daha yüksek bir rakama ulaştığı herkes tarafından mutabık olunan bir gerçektir. Ancak, bu durumun sebebiyle ilgili akıl yürütmelerimiz pek de nesnel gerekçelere dayanmayan genelgeçer bilgilerden ibarettir. İşte Roman Kuramına Giriş, bir yandan roman sanatının edebiyat alanındaki bu ayrıcalıklı konumunu ve romanın doğduğu günden günümüze dek izlediği güzergâhın bir izdüşümünü çizerken, bir yandan da “romanın epik, hikâye, parodi ve tarihle ilişkisi nedir?”, “edebiyatın aldığı hal nedir?”, “günümüzde eleştirmenin görevi nedir?” gibi soruları aydınlatmaya çalışıyor.

“Al gülüm ver gülüm”!
Antakyalıoğlu’nun kitapta önemle üzerinde durduğu bir mesele roman ve eleştiri kurumu arasındaki ilişki. Herhangi bir sanat dalının besleneceği en başat kaynaklardan biri, o toplumda işleyen bir eleştiri kurumunun varlığı iken romanda bunun tam tersi bir deneyim yaşanmıştır. Son 20-30 senedir sanat alanındaki en güncel tartışmalardan biri olan bu çetrefil ilişki hakkında yazar, “bugün eleştirmenlerin birbirlerini okumaktan ve eleştirmekten roman eleştirisi yapmaya fırsat bulamadıkları” ve eleştiri yığınının “al gülüm ver gülüm” şeklinde işleyen bir endüstriden ibaret olduğu yorumunda bulunuyor. Öyle ki bu kurumun eksikliği romancıyı eleştirmene, postmodern romanı da kuram anlatısına dönüştürmüştür. Antakyalıoğlu, bir kişinin Julian Barnes’ın “Flaubert’in Papağanı”nı okuyarak kuramsal kitapların zorlu dilsel oyunlarında kaybolmadan da rahatlıkla Foucault öğrenebileceğimizi belirtiyor.

Zekiye Antakyalıoğlu Roman Kuramına Giriş’in Önsöz’ünde, bu çalışmayı yaparken özellikle herhangi bir romanın derinlemesine analizine girişmekten kaçındığını ifade ediyor. Bu bilinçli seçimin ardında elbette haklı ve mantıklı gerekçeler bulmak mümkün. Nasıl ki romanın tanımı her yazar için kendi romancılığı ve gerçekçiliğine referans veriyorsa, roman okuma deneyimi de her okur için biriciklik taşıyan bir eylemdir. Çalışmanın amacı göz önünde bulundurulduğunda, Antakyalıoğlu’nun hâkim otorite olmaktan kaçınarak okuru kendi deneyimi üzerine düşünmeye ve roman sanatı hakkında yeni sorular sormaya teşvik etmesini amaca giden yolda alınmış mütevazı bir karar olarak değerlendirmek gerekir.

“Romanın sonundan sonraki roman”
Kitabın en ilgi çekici ve fark yaratan kısmı günümüze içkin tespitlerin yer aldığı ve 1960’lardan bu yana süregelen “sanatın ölümü” savının merceğe yatırıldığı “Roman, Bugün” bölümü. Her gün yüzlerce yeni romanın ve ‘yazar’ın ortaya çıktığı bir alanda romanın bugünkü durumunu ve geleceğini tarihin sonu, yazarın/sanatçının ölümü gibi postmodernizmin ya da geç kapitalizmin -nasıl tanımlanırsa tanımlansın, doğurduğu tartışmalar ışığında ele alan Antakyalıoğlu romanın içine düştüğü kaos ortamına ilişkin romantik bir bakıştan ve karamsarlıktan kaçınarak sağlam argümanlar sunuyor. İçinde bulunduğumuz imge çağının gereği olan geçiciliğin hüküm sürdüğü bir dönemde artık roman, sanatsal vasfını kaybetmiş, derinlikten uzak “Newspeak” diliyle yazılan, yazarı “moda” olduğu sürece satan ve yeniden üretilip, tüketilen bir türe dönüşmüştür. Genel kanı bundan gayrı edebiyat alanına yeni bir Joyce, Proust, Faulkner ya da Woolf gelmeyeceği yönündedir; çünkü sanat yenilikçi ve avangard ruhunu yirminci yüzyılın ikinci yarısından sonra modernizmle kaybetmiştir. Tüm bu yılgın vazgeçişlerden sonra Zekiye Antakyalıoğlu yine de tutunacak dallar sunar okuyucuya; bu çöp yığını içinden Kundera, Marquez, Fowles, Eco ve niceleri çıkmıştır, bu yazarların sanatı gerçek romanın en büyük kanıtıdır.


Zekiye Antakyalıoğlu, Roman Kuramına Giriş’te okuyucuyu izlemekten zevk aldığı bir manzara tablosunun tuvaline davet ediyor ve o tuvalin içinde okuyucuyu sıkmadan derin bir yolculuğa çıkarıyor. Tablodan -romandan- alınan tadın özüne inme çabası içindeki yazar bunu yaparken edebiyat alanına kuramsal bir katkıda bulunmakla kalmıyor, elindeki romanın doğası hakkında okuyucuyu felsefi ve samimi bir yolculuğa da çıkarıyor.

* Varlık Dergisi, Temmuz 2013

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal