Ana içeriğe atla

Antropolojide 'tutulma an’ı


80 sonrası akademik alanda yayınlanan çalışmaların çoğunda gözlemlenebilen ortak bir vurgu mevcuttur. Bu vurgunun kaynağı, Lyotard’ın sosyal bilimler için kırılma noktalarından biri olarak kabul edilebilecek Postmodern Durum’unda açık açık tartışılır. İçinde bulunduğumuz ve postmodern, postyapısalcı ya da postmarksizm gibi farklı duruş noktalarının tezahürünü yansıtan ifadelerle tanımlanan çağda metaanlatılara karşı duyulan inanç bütünüyle sarsılmıştır. Artık ‘bütün’ olarak ele alınan ne varsa parçalanmıştır ve parçalardan hiçbiri diğerinden daha az önemli değildir.

Bağlamsallığın her şey haline geldiği yüzyılda, başta paradigmalar olmak üzere, sorgulanmayan hemen hiçbir düşünce sistemi ya da biçimi kalmamıştır. Bunun toplum bilimlerindeki yansıması ise, 50’ler ve 60’lar boyunca dilbilim modeliyle eşgüdümlü giden yapısalcılığın 60’lardan itibaren yerini genelleştirici toplum kuramlarından toplumsal gerçekliğin farklı yüzlerini ele alma eğilimine bırakmasıdır.  İşte, Kültürel Eleştiri Olarak Antropoloji, antropolojinin de nasiplendiği bu sarsıntının yalnızca olumsuz bir çağrışımı düşündürmeyip antropoloji disiplininde açtığı gedik ve belki de buna bağlı olarak yaratacağı sıçrama potansiyelinin değerlendirilebilmesi için bir fırsat olarak ele alınması gerektiğini savunuyor.

60’lara dek modern antropoloji geleneğinde Britanya antropolojisinin ağırlığı olmasına rağmen, 60’larda deneysel dönemin başlamasıyla Amerikan kültürel antropolojisinin başat hale geldiğini iddia eden E. Marcus & Michael M. J. Fischer, bu deneysel dönemin en somut biçimde gözlemlenebildiği tartışma alanının etnografik saha araştırmaları ve yazımı olduğunu belirtiyor. Yazarlara göre, antropolojik yazımın biçim ve retoriğine olan eleştirel yaklaşımın temelinde, hızla değişen postmodern dünyada toplumsal gerçekliğin temsilinde yaşanan bir kriz yatıyor ve bu kriz aynı zamanda Kültürel Eleştiri Olarak Antropoloji’nin de çıkış noktası.

Marcus ve Fischer Evans-Pritchard, Malinowski, Boas ve Bateson gibi atalarının alana yaptıkları katkıyı göz ardı etmemekle beraber, antropoloji disiplininin geçmişine eleştirel yaklaşabilen çağdaş meslektaşlarının çaba ve çalışmalarını, düşünümsel yaklaşımları ve deneysel etnografya yazımı konusundaki uğraşları sayesinde antropolojiyi “kolonyal bir disiplin” olma imajından kurtardıkları ölçüde daha değerli buluyorlar. 

Antropolojiye doğrultulan eleştiri oklarının en güçlülerinden Edward Said’in Oryantalizm’ine ve Derek Freeman’ın tanınmış Amerikalı antropolog Margaret Mead’e saldırdığı çalışmasına da bir yanıt niteliği taşıyan Kültürel Eleştiri Olarak Antropoloji, artık söz konusu disiplinin amacının “yeni dünyaların keşfi ve egzotiğin aşina olunana çevrilmesi veya egzotiğin yabancılaştırılması” olmadığını ve deneysel etnografya araştırmaları ve yazımı sayesinde Batı’nın resmi bilgi dünyasındaki tekelini kaybetmesinin meslekleri adına bir iyileşmeyi mümkün kılabileceğini yabancı kültürlerdeki araştırmalara dayanan çalışmalardan sunduğu örneklerle okuyucuya kanıtlıyor.


İlk basımı 1986’da olan antropoloji disiplini üzerine bu eleştirel ve sorgulayıcı çalışmanın aradan 27 yıl geçtikten sonra Türkçe literatüre kazandırılmış olması geç de olsa hakkı teslim edilmesi gereken bir çabadır.  

* Agos Kirk/Kitap, Mayıs 2013

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” sözü mevzu