Ana içeriğe atla

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?


İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı?
Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta ya da böreklerinizi ilk denetmek istediğiniz bir gırtlak ve aşçılığınız ne kadar berbat olursa olsun yine de “Eline sağlık!” diyen bir çift söz gerekir. Bir doğum gününde, bir kutlamada, bir yemekte ya da özel günlerde partner gerekir. Gecenin kör vaktinde uyku tutmadığında arayabileceğiniz ve telefonu açtığında size küfretmeyecek bir ses gerekir. Bir şarkının sizde çağrışımlar yapması için ya da sarhoş olmak için bir nedene ihtiyaç duyduğunuzda en hazır bahanedir sevilen kişi. Ve en olmadık zamanda, en olmadık yerde birinin aklına gelmek isteriz. Düştüğümüzde kolumuzdan tutacak, herkesten ve her şeyden kaçmak istediğimizde bizi saklayacak bir çift omuz gerekir. Yargılamadan, ukalalık taslamadan ve aşağılamadan bizi dinleyecek bir çift kulak gerekir. Herkes sizden vazgeçse de, herkes çekip gitse de yanımızda kalacağına inandığımız atan bir kalp gerekir. Bazen gözyaşlarımızın yarısını akıtacak başka bir “biz” gerekir. Salıncakta sallanırken sizi itecek, tahterevalliye bindiğinizde dengeyi sağlayacak bir gövde gerekir. Aklınızı 24 saat oyalayabilecek bir karmaşa gerekir. Egonuzu tamir edecek bir id gerekir. Tüm kaprislerinize tahammül edebilecek, varlığınızla mutlu olabilecek, bütün şımarıklıklarınızı kaldırabilecek bir sabır gerekir. Birinin canını acıtmak istediğinizde ya da çekip gitmeye ilk ondan başlamak istediğinizde bir özne gerekir. Ufak mutluluklara ya da büyük bir hüsrana sürükleyecek bir his gerekir.
Hepsinin temelinde ise “tutku” gerekir, yaşadığınızı ya da insan olduğunuzu hatırlatacak. Çünkü birini sevmek, sonu hezeyan olsa da güzeldir. Birinin gözlerine bakarken içinizin erimesi, sarıldığınızda tek vücut olmak, diğerinin hızlı çarpan kalp atışlarını hissetmek güzeldir. El ele yürürken elinizin terlemesi, konuşurken kekelemeniz, sizi öptüğünde tüm vücudunuzun titremesi güzeldir. Onunla buluşmaya giderken zamanın geçmek bilmemesi ve hatta onunlayken zamanın delicesine hızla akıp geçmesi bile güzeldir. Sizi saklandığınız kabuktan çıkartacak, sınırlarınızı zorlayacak, prensiplerinizi delip geçecek ve her şeyin anlamını yeniden inşa edecek birinin olması ve kendi dünyanızdan sıkıldığınızda sizinle dünyasını paylaşacak birinin olması aslında çok özeldir.
Kısacası sevmek ve sevilmek güzeldir, hala tüm bunları yaşamayı unutmadıysanız ya da becerebiliyorsanız. Ama diğer yandan da dünyanın en bencilce şeyidir birini sevmek ya da birinin sizi sevmesini istemek çünkü playlistinizde çalan bir şarkı gibidir her ikisi de. “Duraklat” tuşuna basıp durdurabilir ya da “durdur” tuşuna basıp tamamen sonlandırabilirsiniz nerede olduğunuzu da unutarak. Her ikisi de birer seçenektir aslında. Ya bilinmez bir yerden diğeriyle devam edersiniz ya da biri zaten hiç olmamış gibi bir öncekinin yarattığı sessizliği bir sonrakinin sesiyle ilerletirsiniz. Siz dublaj ya da cover sevenlerden misiniz bilmem ama ben yarım kalmış şarkılardansa aynı şarkıyı defalarca dinlemeyi tercih edenlerdenim…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal