Ana içeriğe atla

ÜNİVERSİTELERDE BİREYSELLİĞİN ÜRETİLMESİNE FOUCAULT'DAN BAKMAK

Foucault modern öncesi iktidar ve modern toplumlardaki iktidar arasında bir ayrım yapar. O’na göre, günümüzde iktidar, baskıcı ve zorlayıcı olan mutlak iktidarın aksine disipliner iktidar teknikleri ile gerekli öznellikleri üreterek varlığını devam ettirir. Modern bir teknik olan disiplin, ekonomik ve siyasi sistemin işleyişine uygun bireyler yaratmak amacıyla bedenlerimizi “uysallaştırarak” iktidarın nesnesi haline dönüştürmek zorundadır. Bu birey tabi ki endüstriyel kapitalizme yakışır bir şekilde liberal, nitelikli iş gücünü sağlayacak, disiplini içselleştirmiş ve iktidarı sorgulamayan bir birey olmalıdır. Ordular, fabrikalar, hapishaneler, hastaneler başta olmak üzere üniversiteler de disipliner bir kurum olarak modern bireyselliğin üretilmesini, dolayısı ile de sistemin sürdürülmesini sağlar. Üniversitelerdeki hiyerarşik gözetim, kontrol, ödül ve ceza ile normalleştirme yaptırımları ve sınav uygulamaları modern bireyselliğin üretilmesini sağlayan tekniklerdir. Böylece öğrenciler topluma kazandırılmadan önce okulda sosyal olarak arzulanan davranış biçimlerini ve bilgi biçimlerini içselleştirmeyi öğrenirler.

Türkiye’de disiplin ve cezalandırma tekniğiyle üniversiteler bireyleri iktadarın nesnesi haline dönüştürmenin bir aracı olan modern kurumlardır ve panoptik mekan anlayışına uygun olarak yapılanmışlardır. Bunu da kontrol-gözetim-denetim yoluyla gerçekleştirir. Bu teknikler sayesinde disiplin, yaptırımcı bir güç olarak değil de bedenleri şekillendirerek ortaya çıkar. Çoğu zaman biz farkında olmasak da  gözetim, eğitim süreçlerinin özünde olan ve öğrencilerin hareketlerini kontrol etmeye ve düzenlemeye yarayan bir mekanizmadır. Üniversitelerin mimari yapısı da aslında Foucault’nun yararlandığı “panoptik mimari tasarım” ile uyumlu biçimdedir. İstanbul ve Marmara Üniversiteleri başta olmak üzere pek çok üniversite büyük ve yüksek duvarlarla örülüdür. Kapılarında giriş çıkışları kontrol eden ve hatta üzerinizi arama yetkisine sahip, üniversite kimliği gösterilmediği takdirde okula almama yetkisi olan güvenlik görevlileri vardır. Hatta çoğu zaman okulun içerisinde sivil polisler de bulunur. Örneğin, bir çok üniversitede güvenlik kameraları mevcuttur. Bu sayede okul içerisinde öğrencilerin davranışları gözetim altında tutularak üniversite yönetmeliklerine uygun hareket etmeleri sağlanır. Sınıflardaki oturuş biçimi de öğretmenin öğrencileri gözetleyip kontrol etmesine imkan veren ve “iktidar”a “itaat” etmeyi sağlayan bir yapıdadır. Öğretmen tüm öğrencilerin karşısında oturur. Bu düzende öğrenci, örneğin, sınav esnasında öğretmen kendisini gözetlemese bile gözetleniyormuş hissine kapılır ve bu sayede disiplin ve iktidarı içselleştirir, çünkü mesela Türkiye’de üniversitede kopya çekerken yakalanmanın cezası en iyi ihtimalle 6 ay okuldan uzaklaştırılmaktır.
Üniversiteler yukarıda da değindiğim gibi ayrıca endüstriyel kapitalizmin ihtiyacı olan bireyselliği oluşturur. Bu bağlamda, sınavlar rekabeti ve bireyciliği üreterek marketin ve devletin çıkarlarıyla uyumlu bireyler yetiştirir. Ayrıca bu sayede öğrenciler belli kategorilere yerleştirilir. Örneğin, başarılı, çok zeki, yeteneksiz, tembel, aptal, başarısız gibi. Bir diğer uygulama da öğrencileri daha verimli hale getirmeye yarayan zaman çizelgeleridir. Mesela öğrenciler belli bir dereceye kadar derslere katılmakla yükümlüdür. Aksi halde “devamsızlıktan kalma” gibi bir tehditle karşı karşıya kalır. Tüm bu uygulamaların amacı topluma uysal, saygılı, itaatkar ve içdisipline sahip özneler hazırlamaktır; çünkü tüm öğrenciler sistemin potansiyel ya da aktif “işçi”leridir.

Sonuç olarak Türkiye’de üniversitelerin hakim ideoloji ve ekonomik modele hizmet ettiğini söylemek çok ya yanlış olmaz. Bu sebeple, ne yazık ki okullarımızın, öğrencilerin bilinçlenmesine ve eleştirel bireyler haline gelmesine ve hakim yapıyı sorgulamasına izin verdiği bir süreçte değiliz. Bu sebeple, üniversitelerin öğrenciyi merkez alan, özgürleştirici ve demokratik kurumlar olduğundan söz edilemez. Her gün sayıları artan öğrencilere yönelik şiddet ve öğrenci gözaltıları da bu tabloyu gözler önüne seriyor zaten..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal