Ana içeriğe atla

Bu Kişisel Bir Ağıttır – Cansu Karagül


Yazının başlığından da anlaşılacağı üzere bu yazı çok kişisel bir ağıttır; İslamiyet Öncesi edebiyattaki adıyla sagu, divan edebiyatındaki adıyla mersiyedir. Varoluşum karşısında duyduğum çaresizlik, üzüntü ve isyan için yazıyorum, ve elimde olsa geldiğim yere geri dönerim..
Bu ülkede ya da dünyada çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek, engelli vs. aslında en temelde insan olmak çok zor. Hep daha da zorlaşıyor. Kadın ya da erkek, genç ya da yaşlı, heteroseksüel, homoseksüel ya da trans, çocuk ya da “büyümüş”, eğitimli ya da eğitimsiz, siyah ya da beyaz, müslüman ya da müslüman olmayan, Türk ya da Kürt ya da Alevi ya da Ermeni… Tüm bu kimliklerin bir parçası olmaya zorlanırsınız hayat boyu. Sonra hem sahip olduğunuz hem de olmadığınız bir kimlikle, ya da kim olduğunuz ya da olmadığınızla suçlanırsınız. “Siz”, “biz” diye ayırırlar. Dahası siz ayırmasanız bile ayırmakla suçlanırsınız bazen.
Bir dili bilmediğiniz ya da konuşmadığınız ya da bazen konuştuğunuz için suçlanırsınız. Ve bazen tarih kitapları, tarihçiler, siyasetçiler, büyükleriniz, geçmişiniz ve geçmişleri yalan söyler, bilmez, eksik bilir, bilip de gizler. Sonra yaşamadığınız, maruz kalmadığınız, tecrübe etmediğiniz acıları yaşamış gibi düşünüp hissetmeniz gerekir. En azından denemeniz. Bunu başaramazsanız suçlanıp faşist ya da katil “X”lerin torunları olursunuz. Halklar halklara düşman edilir. “Benim Kürt ya da Türk ya da Ermeni… arkadaşlarım var” klişeleriyle çırpınırsınız bazen tekilden çoğunluğa varmak adına; ama işte statükocu, ulusalcı, liberal, elitist, kafatasçı olarak suçlanırsınız yine de. Herkes o kadar “düşman”dır ki birbirine, herkes o kadar kutuplara çekilmiştir ki ortada buluşamazsınız. Karşınızdaki sizi dinlemez, bazen de siz onu dinlemezsiniz ya da duyulmaz sesler. Sözcükleriniz, duygularınız yerini bulmaz. Ezberlenmiş kalıp yargılar, öğretilmiş nefretler ve hakaretler uçuşur her yerde. Karşınızdaki sizin biraz farklı baktığınızı görünce size bakmamaya başlar ya da daha kötüsü yüzünüze tiksintiyle bakar. Barış, kadeşlik, özgürlük türküleri yalnızca ağızlarda kalır; çünkü öyle an’lar gelir ki o “diğer” arkadaşınız bazen bir molotofkokteylle yanarak ölmenize sebep olabilir siz onun temel hak ve özgürlüklerini savunurken. Bazen fikirlerini hiç anlamadığınız halde sırf dost kalabilmek ya da yanlış anlaşılmamak için susmak zorunda bırakılırsınız..
Hiç yaşadığım topraklardan sürgün edilmedim. Çocukken evimizin tepesinde patlayan bombalarla uykularım bölünmedi. Gözümün önünde ailemden birilerine tecavüz edilmedi. 10- 15 nüfuslu bir hanede oturmadım. 100 kişilik sınıflarda okumadım. Karlar içinde kilometreler boyu yol yürümedim. Cop yemedim. Yerlerde sürüklenmedim. Hapishanelerde işkence görmedim. Tecrit edilmedim. Ama o başkası olmadığım için suçlanmayı da, saldırıların hedefi olmayı da hak etmedim. Empatiye de inanmıyorum. Kimse kendini başkasının yerine koyduğunda o başkası olmaz. Sadece anlamaya çalışabilir, hak verebilir, ezilenlerin yanında onlarla mücadele edebilir ve ben de bunu yapmaya çalışıyoum. Ama bunu şiddetin herhangi bir türünü meşru görerek yapamam. 11- 12 yaşındaki çocukların ellerine kendilerinin idrak edemeyecekleri bir hak mücadelesi adına silah verilmesini anlayamam. Onların ölüme ve öldürmeye koşturulmasını anlayamam. Ve daha birçok şeyi savunamam; çünkü ben şiddet karşıtıyım; direnebildiğim kadar.
Bu bir ağıt; çünkü birbirimizi kardeş gibi görmemize asla izin vermiyorlar. Birbirimizin insan olduğunu hatırlamamıza imkan vermiyorlar. Ağıt, çünkü böyle nefret dolu bir dünyada yaşamaya devam etmek ya da ölmek zorunda kalabilirim. Sadece öldürmek zorunda olmadığım için sevinebiliyorum..

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...