İçinden geçtiğimiz günler aşikâr.
Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş
peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi
aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum,
bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz
ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha
üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo
bir niyet güdüyorum.
Geçen yıla kadar baĞzı şeyler
hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi
mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne
yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir
darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla
topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve
hepimizi zehirleyen yemek aynı, aslında değişen hiçbir şey yok. Başlamadan önce
sofra duasına oturduğumuz, tadına aşina olduğumuz, o nedenle de garipsemediğimiz
ve başka bir tat düşleyemediğimiz sofraların sultanı ülkemiz… Vampir gibi
hepimizin kanını emen, kanla beslenen bu ülkede hayatta kalmak giderek daha da
imkânsız hale geliyor üstelik.
Bir sabah uyanıyorsun bir bebek
soğukta donarak ölüyor. Bir sabah bir uyanıyorsun toprak, işçilerin üzerine
çöküyor. Bir sabah bir uyanıyorsun cinnet geçiren eski koca boşandığı karısını bilmem
kaç yerinde bıçaklayarak öldürüyor. Bir sabah bir uyanıyorsun binlerce
depremzede göçen hayatlarının altında yaşam mücadelesi veriyor. Bir sabah bir
uyanıyorsun sokakta arkadaşlarıyla oynayan minik çocuk, etrafında hiçbir önlem
alınmadığı çukura düşerek can veriyor. Bir sabah bir uyanıyorsun cezaevindeki
hasta mahkûmun bedeni daha fazla direnemeyip hastalığa yenik düşüyor. Bir sabah
bir uyanıyorsun, koğuşunda bir askerin ölü bedeni bulunuyor. Bir sabah bir
uyanıyorsun kelle kesen bir harami ordusu kendisini devletten sayıp yanı
başımızdaki kardeşlerimize soykırım uyguluyor. Sonra bir sabah uyanıp bakıyorsun
ve artık hiçbir şey sana imkânsız gibi gelmiyor. Aksine, her şey oldukça
sıradan ve de olağan. Kulaklarımızda uğuldayan marş ise bir o kadar kan
donduran…
“kırk haramiler, kırk haramiler
doğruluk için biz haram yeriz
kırk haramiler, kırk haramiler
doğruluk için biz haram yeriz
asmak kesmek kelle uçurmak
hırsızlıktan altın vurmak
asmak kesmek kelle uçurmak
hırsızlıktan altın vurmak…”
Peki bize ne olacak? Gelecekten ne umut ediyoruz ya da herhangi bir
umudumuz kaldı mı sahiden? “Güzel günler
göreceğiz çocuklar, güneşli günler göreceğiz/ Motorları maviliklere süreceğiz
çocuklar, ışıklı maviliklere…” diyen devin maviş gözleri bile kandırmaya
yetmiyor artık bizi. Sevgili Nazım Hikmet’in bu mısraları, devlet dersinde
öldürülen çocukların sayısının her gün hızla katlandığı bir ülkede, değil
büyükler, çocuklar için bile hiç inandırıcı değil artık.
Ne mi yaşıyoruz? Yaşadığımız
sendroma sosyal bilimler literatüründe ‘anomi’ deniyor. Kısaca, toplum olarak
patolojik durumdayız; anlamsızlık hastalığına yakalandık. İnandığımız ne varsa
yıkıldı. Tüm değerlerimiz değer kaybına uğradı. Hayattan hiçbir beklentimiz
kalmadı. Yaşam enerjimiz tükendi. Arzular yitti. Güllerimiz soldu. Ümitsizlik
batağına saplandık. Üstelik Gezi’ye kadar, kimileri tarafından histeri olarak
adlandırılan bu halimizin bilinçaltındaki korkulardan değil, gayet de bilinç
yüzeyinde ve temelleri oldukça somut göstergelere dayanan rasyonel bir durumdan
kaynaklandığı ispat edilmiş oldu. Biliyoruz ki, “bir bebekten bir katil yaratan
karanlık” çepeçevre sardı etrafımızı; dört yanımız puşt zulası… Biliyoruz ki bu
ülkede ecelimizle ölmek bizim için lüks artık. Yarın bir kaza kurşunuyla can
versek, havaya açılan ateşin önüne atlamakla suçlanabiliriz. Katillerimiz faili
meşhurlar arasına girmeye hak kazanarak terfi alabilir. Bütün geçmişimiz didik
didik edilerek “töröröst” ilan edilebilir, meydanlarda insanlara
yuhalatılabiliriz. Birileri cesedimizin karşısına geçip ellerini oğuştura
oğuştura cinayeti kutsayabilir, hukuk yine birilerinin götünü kollayabilir. Ne
güvenecek kimsemiz, ne bir güvencemiz var.
İyisi mi ardında bir miras
bırakmamak. Soyumuzun sopumuzun köküne bir kibrit de sen yak; doğurma,
doğurtma. Hadi doğurdun diyelim, yığınla imam hatip okulu, zorunlu din
dersleri, fen derslerine giren ilahiyat hocaları, sınav soruları çalınan
merkezi sınavlar, fahiş fiyatlı dershane ücretleri, at gözlüklü akademisyenleri
ile o çocuk nasıl bir eğitim çarkından geçecek? Hadi geçti diyelim, diploma
koleksiyonu yapıp kaç ay, kaç sene işsiz gezecek? Hadi iş buldu diyelim, ne
kadar maaş alacak? Yaptığı işten tatmin olacak mı, ruhunu kapitale kaptırmadan
iş hayatının içinde tutunabilecek mi? Hadi tutundu diyelim, kendi jenerasyonu
olan dindar neslin içinde anlaşabileceği birini bulabilecek mi? Erkekse, daha
bunun askerliği, o’su, bu’su, şu’su… Kadınsa, tacizi, tecavüzü, kocaların
öldüren sevgisi… Kim bilir belki de bu saydıklarımın hiçbirine fırsat kalmayacak,
büyüdüğünü göremediğin bir evladın acısı bağrını yakıp lâl edecek seni. Saçları
on ayda kırlaşan Emel Ana’nın kaderini paylaşmaktan ne alı koyacak peki seni? Hiç!
Demem o ki, orada bir gelecek yok ne yakında ne uzakta. Elde sadece var ölüm
bize bu topraklarda.
Yeni Türkiye’de hepimizin aklında
takılı olan soruyu yıllar önce bir şair Memleketimden İnsan Manzaraları’nda
soruyordu:
"…Kaç yaşında öleceğim?
Ölürken üzerimde yorganım olacak mı?.."
İşte size mutsuzluğun resmi;
zaten aksi çizilemez yanlış bir ülkede.
* Kamyon dergi; Kasım 2014
Yorumlar
Yorum Gönder