Ana içeriğe atla

Hepimizin Oyunu: İki Kişilik Bir Oyun



Aynı isimli ilk versiyonu Yekta Kopan tarafından yazılan ve versiyonu 2006 yılında Uluslararası İstanbul Tiyatro Festivali ve Tiyatro Olimpiyatları kapsamında oynanan oyun, altı yıl sonra bu defa Salon - Dot işbirliğiyle ve Bülent Erkmen yorumuyla seyirci karşısına çıktı.
Aslı Mertan ve Bülent Erkmen’in birlikte kaleme aldığı İki Kişilik Bir Oyun, kırk dakika bile sürmeyen bir performans boyunca her biri tek kelimeden oluşan diyaloglar üzerinden bir ilişkinin bütün evrelerinin kısa bir izdüşümünü sunuyor. Dört oyuncunun (Ece Dizdar, Pınar Töre, Serkan Salihoğlu ve Tan Temel) farklı ikili kombinasyonlardan oluşan eşleşmelerle dönüşümlü olarak sahnelenen oyun, heteroseksüel kalıplara sıkıştırılan ikili ilişkilerin ötesine geçerek ilişki denen deneyimi cinsel kimliklerin üstünde bir teknikle anlatıyor.
Metal bir ağın içerisinde demirler arasında hareket eden oyuncular, zaman ve mekânın da ötesine geçerek evrensel bir dille “sıkışmışlık”, “tutunmaya çalışmak”, “tutunamamak”, “kopamamak”, “kavuşamamak”, “unutamamak” ya da “kabullenememek” gibi, ilişkiye dair tüm duygu ve durumları hem çıkmazları, hem de dorukları ile bir arada anlatmayı başarıyor.    
İki Kişilik Bir Oyun’da neredeyse her cümle tanıdık geliyor. Her cümlede defalarca dejavu yaşıyorsunuz. İki kişi var; ama her zaman birinin varlığı ya da yokluğu hem eksiklik hem fazlalık. Tanışıyorlar, sevişiyorlar, yakınlaşıp uzaklaşıyorlar, sahiplenip kovuyorlar, özleyip kıskanıyorlar, öfkelenip gidiyorlar; ama hep bir döngünün içindeler. Çaresizce birleşmeye çalışırken durmadan daha da uzaklaşıyorlar. Kopmaya çalışıp birbirlerinin yaralarını kanatıyorlar. Konuşuyorlar, ama duymadan; istiyorlar, ama inanmadan; bakıyorlar, ama sevgisiz.. Ve gitmek isteyip gidemiyorlar; ama asla kavuşamıyorlar. Tüm bunlar, dünyanın neresinde olursak olalım, kadın ya da erkek fark etmeden, aşkın ve tutkunun neye benzediği, kişilerin bir türlü kurtulamadığı sıkışmışlık ve gidememenin sürüklediği bunalımın yarattığı tüm izler otuz beş dakikada gözlerimizin önünden kısa bir film edasıyla geçip gidiyor.  
Oyunu bu tanıdık duyguların yanında farklı ve izlenesi kılan en önemli noktalardan biri, biçime yönelik bunca deneysellik ve ilginçlik arayışının patladığı bir dönemde gerçekten de Erkmen’in tercih ettiği bu anlatım tarzı ve tekniğin oyunun içeriği ile örtüşmesi ve hiç de sırıtmamış olması. Bu anlamda, formda denenen sahneleme yönteminin içerikle uyumlu oluşu, birbirini gerçekten sağlam şekilde beslemiş. Oyuncuların hareket edebildikleri alan kapalı ve sınırları belli. İkisinin de çok az seçenekleri var ve kapana sıkıştıklarının farkındalar. Tıpkı bütün tutkulu ilişkilerde olduğu gibi.. Benzer biçimde, oyunda seyircilerin oyunu ayakta izliyor oluşu, aslında iki kişinin bile zor sığabildiği ve hatta çoğu zaman taştığı ilişkilerde bir üçüncünün sahip olduğu tek seçeneğin ancak ve ancak o ilişkinin sınırları etrafında gezinmek ve uzaktan gözlemlemek olduğunu hatırlatıyor sanki.
“Konuşabiliyor muyuz?
   Duymadın mı?
  Sesleri mi?
Beni.”
Diğer oyuncuların performansını görme şansım olmadı; ancak Pınar Töre ve Ece Dizdar gerçekten de iyi bir oyunculuk sergilediler. Yine de, İki Kişilik Bir Oyun’da oyunun kahramanının oyunculardan ziyade metin unsuru olduğunu söylemek pek de acımasızlık sayılmasa gerek. Tüm yoğunluklarına rağmen cümleleri tek kelimeye sığdırabilmek ise, Aslı Mertan ve Bülent Erkmen’in büyük başarısı. Kim bilir belki de en gösterimler olur kaçıranlar için önümüzdeki günlerde.
Kaynak: Agos Şapgir

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...