Ana içeriğe atla

‘Beyaz önlüklü büyük adamların masalı’ ters yüz olurken

Bugüne dek modernleşmeye dair anlatılar, lineer bir ilerleme çizgisi üzerinde işaretlenen ‘ilkel’ durakların karşısına dikilerek oluşmuştur.


Geçmişi yaftalayarak bugünü yüceltmek, geleneksel olanı ‘modern’ mevz-u bahis olduğunda karalamak, içinde bulunulan yüzyıldan bahsederken geride kalanları mutlak karanlık olarak damgalamak Rönesans’tan bu yana adeta kural haline gelmiştir. 1960’lardan bu yana postyapısalcılık ile filizlenen dalga ise, ‘metanarrative’ denilen üst-anlatıların sonunu hazırladığından beri, bildiğimiz tarihe pabucunu ters giydirir oldu. Bu süreçte darbenin en büyüğü belki de bilim tarihine ilişkin devrim güzellemelerine indirildi. İşte ‘Erken Modern Avrupa'da Tıp ve Toplum’, böyle bir saikten hareketle 21. yüzyıl yeni tıp tarihinin portresini amacına uygun olarak mutlakıyetçilikten uzak bir tarzda okuyucuya sunuyor.  

Yargılamadan, sıfatlandrımadan

Miami Üniversitesi Tarih Bölümü’nde profesör olan Mary Lindemann, ‘Erken Modern Avrupa'da Tıp ve Toplum’da tıp tarihine bağlamsal bir bakış açısıyla yaklaşarak toplumsal olan ile bilimsel olan arasındaki ilişkiyi kültürel, iktisadî, siyasî ve dinî etkenleri de göz önünde bulundurarak yargılamadan, sıfatlandırmadan ve en önemlisi de erken modern dönem ve 21. yüzyıl Avrupası’nı ‘biz bilgiliyiz-onlar cahildi’ ikili karşıtlığına başvurmadan anlatmayı tercih etmiş.

Erken Modern Avrupa’da Tıp ve Toplum
Mary Lindemann
Çeviri: Mehmet Doğan
Boğaziçi Üniversitesi Yayınları
360 sayfa
 

1960 sonrasına ait yeni yaklaşımlardan verdiği örneklerle tıp tarihini bir ilerleme hikâyesi olarak gören üst-anlatıların doğasındaki tehlikelere işaret eden yazar, tarafsızlığını da korumaya çalışarak, modern tıbbın sağladığı faydaları yekten yadsımanın daha büyük bir inkâr olacağına değinmeyi ihmal etmiyor. Bu doğrultuda, daha önce hastalık olarak sıfatlandırılan eşcinselliğin 1974’te ‘Akıl Hastalıkları Teşhis ve İstatistik Rehberi’, DSM-II’de hastalık kapsamından çıkarılmasını örnek göstererek, “hastalık” kavramının toplumsal inşa sürecinin bir parçası olduğunu, her dönemde tanımı üzerinde tartışmaların yaşandığını, bu nedenle kaygan bir zeminde yer aldığını pek çok çağdaşı gibi kabul eden Lindemann, Michel Foucault ve Thomas Szasz’ın çalışmalarında öne sürdükleri gibi, akıl hastalıklarını toplumsal bir ürün ya da ‘mit’ olarak gören ve hastane tıbbının gelişmesini hekimlerin ve hastane kurumunun hasta üzerindeki iktidarının artması nedeniyle salt olumsuzlayan görüşü yine tarihten örneklere dayanarak yapısöküme uğratmayı deniyor.
‘Tıp ve Toplum’da doktor merkezli bir tıp tarihi biliminden hastaların odağa yerleşmeye başladığı bir tıp tarihi bilimine geçiş sürecini 1500 ile 1800 arasındaki döneme odaklanarak anlatan ve bakış açısının oluşmasında yirminci yüzyılın sonlarında gelişen feminizm tartışmaları, postkolonyalizm ve ‘queer’ çalışmalarının öneminden bahseden Lindemann, geniş bir tıp tarihi külliyatının içerisinde kaybolmadan ve jargona boğulmadan bu konulara merak duyan herkesin anlayabileceği bir dille gerek tarih, gerek tıp bilimi, gerekse sosyoloji gibi pek çok farklı disiplinin literatürüne katkı sunuyor.
Kaynak: Agos Kirk

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...