Ana içeriğe atla

Sonu mutlu bitmeyen masallardan biri: Melek Kobra


Melek: Melek Prensesin Sonu Muğlâk Masalı, tiyatro yaptıkları ilk günden beri Türkiye tiyatrosuna farklı ve yeni bir dil kazandıran, sahneledikleri oyunlarla ve düzenledikleri etkinliklerle politik ve alternatif bir bakış açısı sunan topluluğun bu sezon sahneye taşıdıkları ilk yeni oyunları.
1915’te İstanbul’da doğan, önce Melek Sabahattin, sonra Melek Ezgi, daha sonra Melek Tayfur ve hayatının en zorlu yılları olan hastalık döneminde –aynı zamanda oyunda anlatılan döneme denk gelen– Melek Kobra’nın topu topu yirmi dört yıl süren yaşamının son aylarına, Cerrahpaşa Hastanesi’ndeki odasında yalnızlıkla geçen günlerine ortak ediyor bizi sevgili Yeşim Koçak ve Tiyatro Boyalı Kuş.
Cumhuriyet döneminin önemli tiyatro, sinema ve opera oyuncularından biri olan Melek Kobra, kendisi gibi sanatçı bir aileden geliyor. Ünlü besteci operet kralı Muhlis Sabahattin Ezgi‘nin kızı, dönemin en ünlü kadın bestecilerinden Neveser Kökdeş‘in yeğeni, Türkiye ve dünya güzeli Keriman Halis Ece‘nin kuzeni, dublaj kralı olarak bilinen seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur‘un eşi, Süreyya Opereti’nin primadonnası ve Gülriz Sururi’nin annesi Suzan Lütfullah‘ın en yakın arkadaşı. En yalın haliyle ise, bir kadın Melek Kobra; önce babası tarafından, sonra ise derin bir tutkuyla bağlı olduğu ve son nefesine kadar Godot’yu bekler gibi beklediği Ferdi tarafından terk edilen bir kadın. ‘Her kadının mutsuzluğunda başarısız bir babanın imzası vardır’ iddiasını doğrularcasına trajik bir hikâye Melek’inki. 
 “...şimdi eğlenen, içen, gülen, coşan bir kitleyi düşünüyorum. of ne dayanılmaz bir zevk alemidir şimdi beyoğlu... sürükleyici bir cazbandın tatlı müziği ile dönen bir kitle, içilen bir tek içkinin tesiriyle süzülen gözler. dönen başlar, dolaşan ayaklarla gülen, mütemadiyen gülen bir kitle. ziynet ve muhteşem tuvaletleriyle gökteki yıldızlar gibi parlayan kadınlar. kolalı yakalarını bozmamak için tahta bir manken gibi dikleşen parlak saçlı erkekler. bir haftadan beri herhangi bir makyör tarafından zorla gerilip, binbir itina ile boyanan ihtiyarlar. birer biblo kadar zarif, ince genç kızlar... ve sonra hastalar. ne acı tezat değil mi?.. “ (Hatıratım’dan)
Sanat dünyasına on altı yaşındayken, babasının oluşturduğu  “Muhlis Sabahattin’in Çocukları “ adlı toplulukta sahneye çıkarak adım atan Melek, daha sonra Darülbedayi’ye girer. Toto Karaca, İsmail Dümbüllü, Şevkiye May gibi isimlerle çalışma fırsatı bulan Kobra, Söz Bir Allah Bir (1933) ve Milyon Avcıları (1934) gibi sinema filmlerinde ve ünlü Ayşe Opereti’nde oynar. Hayatının sonuna dek ıztırap çektirecek büyük aşkı, Adalet Cimcoz'un erkek kardeşi ve Milyon Avcıları filmindeki rol arkadaşı Ferdi Tayfur ile tanışmaları bu döneme rastlar. Kısa bir süre sonra evlendiği Ferdi ile birliktelikleri ise ancak üç yıl sürer.
70 dakikalık Melek Prensesin Sonu Muğlâk Masalı tek kişilik bir oyun olsa da, aslında çok kalabalık. Keriman Halis, Cahide Sonku, Suzan Lütfullah, Afife Jale, Muhsin Ertuğrul, Ferdi Tayfur, babası Muhlis Sabahattin, annesi Seniye Hanım… Kısacası Melek’in yaşamında yer edinen herkesle tanışıyoruz, Melek’in anlattığı anılar ve zaman zaman yaptığı taklitler sayesinde. Oyun, yalnızca Melek’in hayatına ve hayatındaki insanlara değil, aynı zamanda Cumhuriyet döneminin Batılı eğlence anlayışına, sanat dünyasına, kadın sanatçıların yaşadıkları zorluklara ve inşa edilen  “yeni Türk insanı “nınsilüetine de ışık tutuyor.
Sahne ışıkları altında parıldasa da, Melek’in yaşamı kalabalıklar içindeki yalnızlıkla, Beyoğlu’nun parlak gecelerindeki karanlıklarla dolu. Hayatındaki tüm zorluklar ona acı vermek için anlaşmış sanki. Babasının gidişi, babası evi terk ettikten sonra annesinin kendini alkole verip bambaşka bir insana dönüşmesi, on beş yaşındayken, Cumhuriyet gazetesinin açtığı bir güzellik yarışmasında birinciliği kuzeni Keriman Halis’e kaptırması, eşi Ferdi Tayfur’un da etkisiyle başladığı uyuşturucunun bir süre sonra bağımlılığa dönüşmesi, Ferdi’nin vefasız bir erkek oluşu ve boşanmaları… Hepsinden de kötüsü, Muhsin Ertuğrul'un yönettiği aynı isimli oyunda Kral Lear rolünü oynadığı esnada ağzından kan gelmesi ve tüberküloz teşhisinden sonra hayran olduğu sahnelerden sonsuza dek ayrı kalmak zorunda oluşu. Sonrası ise bildiğimiz üzere parasızlık, yalnızlık, hastalık günleri ve Cerrrahpaşa Hastanesi’ndeki bir odada 1939 yılında nefes darlığı ve ona bağlı kalp yetmezliğinden dolayı hayata veda edişi...
Hastane odasında geçen oyunda dekor olarak sadece bir yatak ve pencere. Melek’in üzerinde saten bir gecelik, ayağında tüylü ve pembe çeyiz terlikleri. Vereme inat duru bir güzellik, dipdiri bir kadın hâlâ Melek Kobra. Yaşadığı onca şeye rağmen hayat dolu olduğunu anlıyorsunuz hareketlerinden ve duruşundan. Elbette bunda, Yeşim Koçak’ın kusursuz görünümünün de bir nebze payı var. Zira karşımızda sağlıklı ve sapasağlam genç bir kadın duruyor. Bu canlılık, bir anlığına da olsa Melek’in hastalığını unutmamıza yol açsa dahi, Koçak, sanatçının ruhundaki gelgitleri, mahkûm olduğu derin kederi ve ruhunda kopan fırtınaları olağanüstü bir başarıyla seyirciye aktarmayı başarıyor.
Bir yandan gülüyorsunuz sahnedeki Melek’in açık sözlülüğünün sivriliğine. Bir hastane odasının penceresinden baktığı ışıltılı dünyanın yanılsamasının çok farkında. İnsanların sahtekarlığının, ikiyüzlülüğünün, menfaatçiliğinin… Sıkça kusuveriyor öfkesini, yer yer derin derin inleten öksürükler ve kanlar eşliğinde. Özellikle de Cahide dilinden hiç düşmüyor. Ziyaretine geldiğinde, hasret kaldığı cemiyet hayatını, Beyoğlu gecelerinin eğlencesini, tiyatro ve sinema âlemlerinin baş döndürücülüğünü Melek’e unutturmayan Cahide… Melek’in neler hissettiğinden zerre habersiz Cahide… “Ben bu hastane odasında ölümle cebelleşeyim, onlar Beyoğlu’nda... Ne dayanılmaz bir zevk âlemidir şimdi Beyoğlu... “ dedirten Cahide... Yirmi dört yaşında, gençliğinin baharında kışa mahkum edilen Melek acılar içinde. Kaldıramıyor pek çok şeyi, kendisine yapılan haksızlıkları. Ancak yine de dik durabilecek kadar güçlü. Bu yüzden oyunu izlerken içiniz burkulsa da, yer yer öfkelenseniz de hissettiğiniz şey asla bir  “acıma “ duygusu olmuyor. Bunda elbette Rüstem Ertuğ Altınay’ın kaleme aldığı metnin ve rejinin payı çok büyük.
 “Siz, beni bazen Melek Sabahattin, bazen de Melek Tayfur olarak tanıdınız… Ben Melek Kobra, bir dönemin unutulmuş operet oyuncusu Melek Kobra... “ diye sanatçının haklı sitemleri sonunda karşılık buluyor. Ölümünden 67 yıl sonra bir sahafta bulunan günlükleri Gökhan Akçura tarafından Hatıratım adıyla kitaplaştırılarak 2006 yılında Everest Yayınları’ndan basılıyor. Böylece Melek, yıllar sonra sahnede hak ettiği yeri bu defa hiç unutulmamacasına alıyor. Üstelik babası ve halası da şarkılarıyla eşlik ediyor ona.
Not: İnternette Melek’in izini sürerken rastladım aşağıdaki ses kaydına. Onun iniş çıkışlı hayatını, yaşadığı aşkın derin ıztırabını, hastane odasındaki yalnızlığını, kalabalıklar içindeki unutulmuşluğunu, düşen bir yıldızın veremin yorgun düşürdüğü bedenine karşın hayatta kalmak için verdiği mücadeleyi bir de halasının seslendirdiği bu şarkı eşliğinde düşünmek iyi gider..
Tiyatro Boyalı Kuş
Yazan: Rüstem Ertuğ Altınay
Reji: Jale Karabekir
Oynayan: Yeşim Koçak
Dramaturji: NelinDükkancı
Koreografi: Gökmen Kasabalı
Kostüm Tasarım: Burcu Rahim
Işık Tasarım: Erdem Çınar
Fotoğraf: Ali Güler
Grafik: Handan Saatçioğlu
* Kaynak: http://www.agos.com.tr/haber.php?seo=sonu-mutlu-bitmeyen-masallardan-biri-melek-kobra&haberid=5976

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal