Ana içeriğe atla

Lulabay: Bir Cihangir ya da Yer Değiştirmenin Hikâyesi




Geçen yıl ilk kez 18. İstanbul Tiyatro Festival’inde ‘Yeni Dalga’ kapsamında
 seyirciyle buluşan Lulabay, bu yıl Demet Evgar öncülüğünde kurulan Pangar Tiyatro’su bünyesinde ‘Black Box’taki yerini aldı.



Aslıhan Erguvan’ın yazıp yönettiği minimal bir taşınma hikâyesi olan Lulabay, sezonun ilk gösterimini Kumbaracı 50’de gerçekleştirdi. Geçen yıldan farklı olarak bu yıl oyunun süresi 80 dakikadan 65 dakika’ya inmiş. Ayrıca oyuncu kadrosunda Nesrin Cavadzade yerine Aslıhan Erguvan’ı görüyoruz.

Lulabay, Aslıhan’ın yazdığı ilk, yönettiği ise ikinci oyun. Yönetmenliğe ilk adımı 2011 yılında Volt Tiyatrosu’nun ortaya koyduğu “Tilt” adlı oyunla atan genç tiyatrocu, yeteneğini ikinci kez Lulabay’da sergileme imkânı buluyor. Yine bir farkla: Bu kez Pangar Tiyatro bünyesinde. Yeni oyuna ev sahipliği yapan ise Altıdan Sonra Tiyatro’nun kutu sahnesi Kumbaracı 50.

Işıklar kapanıyor, oyuna geç kalmış seyirci edasıyla oyuncular sahneye geliyor ve Lulabay (ya da Lullaby), adına yakışır bir şekilde ‘Oror im Pahlahs’ adlı bir Ermeni ninnisi ile başlıyor. Dekor namına tahta sandalyelerden başka pek bir şey yok. Kostümler sade ve fonksiyonel. Ev kedisi ve sokak kedisine dönüşebilmek için gömleğe sabitlenmiş ya da giyilip çıkarılabilen çizgili kolluklar, yalnız ve kilolarından şikâyetçi bir kadından sade bir adama dönüşebilmek için yakası yapışkanlı bir beyaz gömlek ve tak-çıkar kravat, genç oyuncudan ‘içi dışı bir kadın’a geçişi sağlayan sarımtırak bir mutfak önlüğü ve saç bandı, bir ceket, iki şapka, toka, bir şal, bir kara pelerin, sarı bir peruk ve al sana dört oyuncu ile on beş karakter. Dört sandalyeyle birbirinden farklı mekânlar... Bir ‘taşınma hikâyesi” olmasına rağmen oyundaki mekânlara dair ayrıntılar Cihangir’de bulunmalarından ve ‘kafe’ye göre belirtilen lokasyonlarından fazla değil. Zaten çok gerekli de değil. Parçalı ışıklandırma ile tek bir sahne üzerinde kâh kafedeyiz, kâh modern bir apartman dairesinde, kâh bir sokak çöplüğünün yanında; ama hepsinde yine Cihangir’de.

Salt bir taşınma değil, bir “yer değiştirme” hikâyesi anlatılıyor sahnede. Ruh ve beden, ev ve sokak, kadın ve erkek, genç ve yaşlı, iç ve dış, ölüm ve yaşam… Çok sakin ve aniden geçişlerle birinden diğerine geçişi izliyoruz. Bir evde genç oyuncu ve sevgilisi uyanırken yatakta, gecenin karanlığında eve giriş parasını denk getiremeyen bir çocuk sokakta. Hoşlandığı yeni taşınan yalnız kadına açılamayacak denli yaşı büyük; ama ‘çilekli sakız’ hediye edecek kadar ruhu genç bir adamın duyguları savrulmakta. Evin açık penceresinden sokağa kaçtığında pişman olan ve sokak kedilerinin dünyasında barınamayan bir ev kedisi ya da insanların dünyasında tutunamayan yine sokak çocuğu ruhunu teslim ederken huzura varmakta.

Aslında Lulabay, yer yer tebessüm ettirici ve yürek burkucu, içine sıkışmışların hikâyesi. “Mış” gibi bir tat veriyor oyun oynar’mış, oyun metni okur’muş, okkalı bir tokat yer’miş, sevişir’miş ya da içki içer’miş gibi yapılan. Sarsıcı ya da şok edici değil. Yoğun duygular gözümüze sokulmuyor. Basit bir “öldüm ama iyiyim” cümlesi yetiyor sokak çocuğunun öldüğünü anlamaya ya da yalnız kadının adamı deli gibi öpmek istediğinde duyduğumuz birkaç itiraf. İçeri’nin mi dışarı’nın mı tekin olduğunu sırasıyla sınıyoruz böylece karakterlerle birlikte.

Nail Kırmızıgül, Zuhal Gencer Erkaya, Aslıhan Erguvan ve –özellikle– de Fatih Sevdi samimi, doğal ve başarılı bir performans sergiliyorlar 65 dakika boyunca. Yeni tiyatro sezonundaki ilk gösteriminin finalinde oyuncuları, oyunun Pangar Tiyatro ile buluşmasında büyük bir rolü olan Demet Evgar’ı (seyirciler arasındaydı), oyun asistanlarını, dekor ve kostüm tasarımcısı ve ışık sorumlusunu ve emeği geçen herkesi kocaman alkışlayarak terk-i diyar eyliyoruz tiyatro salonunu.


* Oyunu 8 Ekim Pazartesi ve 31 Ekim Çarşamba günü 20:30’da Kumbaracı 50 sahnesinde izleme fırsatı bulabilirsiniz.

Cansu Karagül/ cansu_karagul@hotmail.com

* www.tiyatrodunyasi.com

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal