Ana içeriğe atla

Edebiyata atılan ilk adım öyküleri


CANSU KARAGÜL
Yazmaya hevesli çoğu insan doğru zaman geldiğinde, ‘olduğunu hissettiğinde’ başkalarıyla paylaşır yazdıklarını. Metin, işte o zaman, okurla buluştuğu vakit yapıt olur. Yazan pek çok insan bunu sezinlediğinden olsa gerek, dağınık, eli yüzü biçimsiz bir halde karşılaşmaktan çekinir okurla. Karşılaşmanın bir zamanı vardır, geldiği ancak ve ancak yazan kimse tarafından hissedilen. Bu anlamda, genç yaşta yazılan ve basılan ilk kitaplar büyük risk taşır. Edebiyat bahçesinde yeşermeye yüz tutacak bir tohum mu, yoksa hiç tutmayacak bir fidan mı olduğunu belirler o metinler yazar açısından. İşte ‘Cumartesi Yalnızlığı’ da o ilk kitaplardan.

‘Yazdığım ilk öyküleri/şiirleri okusaydınız…’

Selim İleri’nin 19 yaşındayken yayımlanan ve kırk altı yıldır süren edebiyat macerasını başlatan ‘Cumartesi Yalnızlığı’, toyluğunda ustalık hissedilen bir metin. İçinden, “yazdığım ilk öyküleri/şiirleri okusaydınız bir daha yazdıklarımın yüzüne bakmazdınız” diye geçiren yazar ve şairlerin aksine, İleri’de durum tam tersi olmuşa benziyor. Zira ‘Cumartesi Yalnızlığı’, ilk kez basıldığı 1968’den sonra tekrar tekrar basılmayı ve okurun karşısına çıkmayı sürdürmüş. Üçüncü defa adres değiştiren kitabın yeni baskısı Everest Yayınları tarafından hazırlanmış. Kitapta yer alan sekiz öykünün dışında, yazarın 66-93 yılları arasında yazdığı ve kitaplara girmemiş beş öyküsü de yer alıyor.
‘Cumartesi Yalnızlığı’, yazıldığı dönemin izlerini taşıyan bir kitap. Türkiye’nin üçüncü dünya ülkesi oluşunun etkilerinin her zamanki gibi gündelik hayatlarda fazlasıyla hissedildiği, Beyoğlu-Pera bölgesinin bakirliğini koruduğu, Maksim Gazinosu’nun ayakta durduğu, taşranın taşra olduğu, devrimin hala bir ihtimal olmaya devam ettiği, sınıf çatışmalarının keskinleştiği ve gençlik hareketinin tırmandığı yılların izleri İleri’nin hikâyelerinde fazlasıyla karşımıza çıkıyor. Hâliyle, yokluk, yoksulluk ve yoksunluk temaları üzerinden kaderleri çizilen karakterler birey olmaktan ziyade toplumsal birer tip olmaya daha yakın duruyor. İsimler değişse de bütün bir kitap boyunca aynı kadının ve erkeğin hayatlarındaki farklı dönemlerin hikâyeleri anlatılıyormuş hissi uyanıyor. Zira her hikâyede birbirine benzeyen tanıdık bir yalnızlık, bahtsızlık ve tutunamama hissi söz konusu. Sanki, ‘Hüzün Kahvesi’nde oturup Sait Faik’i düşünen adam, ‘Yürek Burkuntuları’nda gezintiye giden adamla aynı adam ya da ‘Güzün Savaşı’ öyküsünde polislerle kavga etmeye giden Burak’la veyahut ‘Ağlayan Kiremitler’deki köylü Recep’e sevdalı Macide, bir sonraki öykü olan ‘Zeytinliklerin Altında Sükûn Yok’ta yaşını almış ve hala Recep’e kavuşmayı bekleyen Macide olarak tekrar karşımıza çıkıyor.
İleri, ilk gençlik yıllarında hayatlarına darbe indirilen, fabrikadan aldığı üç kuruşla hayatta kalmaya çaba gösteren, sevdiğine kavuşamamış, hatta açılamamış ve de hayat karşısında tedirgin insanların öykülerini anlatıyor. Ancak, hikâyelerin tamamına yayılmış bariz bir mutsuzluk duygusuna ve karamsar havaya rağmen iç burkan ya da okurda sarsıntıya yol açan dramatik bir niteliği yok kitabın. Bu da, yazarın karakterlerle ilgili psikolojik çözümlemelere yer vermemesinden kaynaklanıyor. İzlenimlerin fazla olmasına rağmen karakterlerin tek boyutlu kurgulanışı kitabı okurken bir ‘eksiklik’ hissinin oluşmasına sebep oluyor. Zira karakterler fazlasıyla düz ve duygularını davranışlara yansıtmaktan uzak. Bu da onları birey olarak birbirinden ayırt edemememize ve hikâyelerin teknik anlamda birbirini andırmasına sebep oluyor.
Hikâyelere esas değerini kazandıran ise, Selim İleri’nin on dokuz yaşında yazmış olmasına rağmen dikkat çeken gözlem ve betimleme gücü. Öyle ki kitap, bir sürü memleket gezmiş, her yaştan insanın hayatına tanıklık etmiş, çok fazla tecrübe edinmiş 30’lu, hatta yer yer 40’lı yaşlarında bir yazarın elinden çıkmış hissi uyandırıyor okuyanda. Yazarın yaşına rağmen ‘Cumartesi Yalnızlığı’ fazlasıyla olgun bir kitap. Aynı durumun kitaptaki karakterler için de geçerli olduğu söylenebilir. Gerçek hayata yeni adım attıkları yıllarda ömürlerinin son demini yaşarmışçasına iddiasız ve hırstan uzak olan karakterler kitaba bir ‘içi geçmişlik’ havası katıyor.  İleri’nin realizme bulanmış dili de kitaptaki “gereksiz” olgunluğu pekiştiren başka bir unsur olarak göze çarpıyor.

46 yıl sonra

‘Cumartesi Yalnızlığı’nın asıl önemi elbette ki, günümüzde hâlâ edebiyatın köşe taşlarından biri olarak ismi anılan edebiyatçı Selim İleri’nin yazarlık çizgisini izleyebilmek için önemli bir uğrak noktası olmasından kaynaklanıyor. Edebiyata önemli şeyler katan her yazarın ilk kitabı gibi, bu kitap da İleri’nin kaleminin nasıl bir güzergâh izlediğine, ne yönde, nasıl ve ne ölçüde değiştiğine dair önemli ipuçları barındırıyor. İlk baskısının üzerinden 46 yıl geçmesine rağmen kitabın hâlâ basılıyor oluşunu ise, yazarın ustalığını işaret eden önemli bir referans olarak değerlendirmek mümkün.

* Bu yazı Temmuz 2014'te Agos Kirk'te yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...