Ana içeriğe atla

Cennet ve cehennem arasındaki ince çizgi


CANSU KARAGÜL
Yeraltı edebiyatının hâlâ, ‘milli değerlerimiz’le örtüşmediği gerekçesiyle ‘edebiyattan başka her şey’e benzetildiği ülkemizde bugüne kadar kitapları en çok muzır neşriyata takılan edebiyatçılardan biri olan ve kitaplarının tamamına yakını Ayrıntı Yayınları tarafından Türkçe’ye kazandırılan Chuck Palahniuk’un son romanı ‘Lanetli’, Palahniuk okurlarına yine kıvrak, mizahi ve kışkırtıcı bir dünya sunuyor. Daha önce ‘Tıkanma’ (Choke) ve ‘Ölüm Pornosu’ (Snuff) isimli kitaplarına,  –ikincisine kuvvetle muhtemel, isminde sakıncalı sözcükler fihristinde geçen kelimelerden birini barındırıyor olması sebebiyle– Küçükleri Muzır Neşriyattan Koruma Kurulu tarafından, ‘halkın ar ve haya duygularını incittiği’ öne sürülerek dava açılan, ancak her iki davası da beraatla sonuçlanan yazar bu defa, cennetten cehenneme düşen 13 yaşındaki Madison’un tehlikeli macerasına eşlik etmeye çağırıyor okuru.
Gösterge imparatorluğu
Standardın üstündeki gözlem kabiliyeti ve özgün kalemi sayesinde romanlarında yarattığı kurgusal-gerçek dünyalarla bir anlamda gösterge imparatorluğu inşa eden yazar, bu romanında da aynı çizgiyi sürdürmeye devam ediyor. Hikâye, tam da Madison Spencer’ın aşırı doz marihuana alması sonucunda ölüyor-olmaktan çıkarak ölü-olmanın topraklarına adım attığı sahneyle başlıyor. Cehennem’de sperm israfı olarak kabul edilen daha pek çoğunun dünyasına düşen Madison için burası, şaşaalı bir cennette olmaktansa lanetli bir cehennemde olmanın sertliğine ve yıkıcılığına rağmen, lüks ve yalnız yaşantısından daha gerçek bir dünyayı ifade ediyor. Daha da ötesi, içine düştüğü andan itibaren hayatı tatbik edeceği bir alegorik alan; bu diyardan sürülmüşlerle bezeli bir yan sanayi.
Yazarın, romanın ana karakteri olarak 13 yaşındaki genç kızı seçmesi elbette tesadüf değil. Madison, toplumsal yozlaşmanın pek çok bileşenini barındıran ve modern bireyin üzerinde bıraktığı kalıntıların en gözle görünür şekilde incelenebileceği bir ailenin çocuğu. Şatafatlı bir dünyanın içindeki yalnız, dev aynalarında yaşayan bir anne ve babanın aynaya yansıyan görüntüleri arasında kaybolmuş, on üçünde silik bir çocuk. Annesi narsist bir Holywood yıldızı, babası ise milyarder bir film yapımcısı olan Madison’un varlığı, Palahniuk için, haliyle toplumsal eleştirinin oklarını okurun üzerine doğrultabileceği en masum karakterin malzemesini oluşturuyor.
Sembolik şiddetin gizli pratiği
Kitabın çok katmanlı yapısının derinlerine inildiğinde, Amerikan pop kültürü eleştirisinin yanı sıra, beden, cinsellik ve iktidar eleştirisiyle de karşılaşılıyor. Modern kapitalist dünyada bireyler diğer her şeyin yanı sıra, cinsellik ve beden üzerinden de kontrol altına alınmaya çalışılırlar. İktidar, özellikle de sembolik şiddetini gizliden gizliye kadınlar üzerinde pratik eder. Medyanın durmaksızın pompaladığı ideal kadın bedeni algısı, cinselliğin nasıl yaşanmasına dair birtakım genelgeçer kabuller, kadın-erkek ilişkilerinin içeriğinin ve şeklinin belirli bir yönde olması gerektiğini fısıldayan sesler, neler giymeliyiz neler yemeliyiz gibi tavsiyeler aslında örtük iktidar ilişkilerinin özel hayatlarımızda nasıl gizliden gizliye işlediğine dair birer işarettir. Dolayısıyla, güzellik ve beden takıntılı annesi ile, kendisini şişman ve gerçek bir domuzcuk olarak gördüğü için özsaygısını kazanamamış Madison arasındaki ilişkiyi, Palahniuk’un kitap boyunca Madison üzerinden tartışmaya açtığı internet, televizyon ve sinema sektörünü, özellikle de Hollywood’un sözümona renkli dünyasını ve genç kızın cehennemde cinselliğe dair sarf ettiği cümleleri ve sorgulamaları bu çerçevede değerlendirmek mümkündür.
‘Cehennem başkalarıdır’
Neyin günah olup olmadığını ve cennetle cehennem arasındaki geçişin kırılganlığını bir genç kızın ağzından ve gözünden sorgulatan roman, cehennemin yaşadığımız dünyadan daha fazla can yakıcı olmadığını, hatta tam da cehennem öncesi bir evre olan bu dünyada sınanan bizlerin cehennemden korkmamıza gerek kalmayacak kadar cezalandırıldığımızı ironik bir biçimde hatırlatıyor. Cehennem-olmayan olarak altın tepsiyle bahşedilen hayatlarımıza bir de Palahniuk’un cehennemden açtığı pencereden bakmaya zorlayan ‘Lanetli’, irkiltici olduğu kadar, bir yandan da direnişin kıvılcımlarını ateşleme gücünü vermeyi ihmal etmiyor. Sartre’ın da, ‘cehennem başkalarıdır’ sözüyle işaret ettiği gibi, cehennemi yaratanları ölümden sonrasında aramamak gerektiğini yüzümüze çarpan başarılı bir hikâye sunuyor okura.
* Bu yazı Mayıs 2014'te Agos Kirk'te yayınlanmıştır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...