Ana içeriğe atla

“Taksim Meydanı” Müzikali Hepimizi Gezi’nin Görkemli Dünyasına Davet Ediyor!

Bugün Twitter’da gezinirken gözüme bir oyun afişi çarpıyor: “Taksim Meydanı”. Yaşadığım kısa süreli algılama zorluğunu atlattıktan sonra ne olup olmadığını araştırıyorum ve karşıma şu cümle çıkıyor: “Mehmet Ergen’in yazıp yönettiği ‘Taksim Meydanı’ müzikali, Gezi direnişini Şişli Black Out’da sahneye taşıyor.” Öfkem dile bile gelemiyor, dakikalardır önümdeki sayfayla uzun uzun bakışıyorum; çünkü öfke dolup taştığında cümleler anlamsızlaşır, kifayetsiz kalır ve insan yüzlercesi içinden en uygun kelimeyi bulmaya çalışır yatışabilmek için; ama bir yerden başlamak gerekir..
Öncelikle Gezi Direnişi gibi spontane gelişen kitlesel bir hareketi sahneye taşıma çabası –densizliği- tabiri caizse nereden bakılsa tutarsız, nereden bakılsa ahmakçadır. Daha kibar bir deyişle ise, fırsatçılıktır. (Burada belirtmem gerekir ki, sevgili Özen Yula, Yiğit Sertdemir, Mirza Metin ve Cem Uslu’nun direniş günlerini anlattığı ve yine direniş günlerinde parkta ve sonrasında semt forumlarında oynadığı Gezerken adlı oyun bambaşka bir noktada durmaktadır ve bu yazının hedefi kesinlikle değildir.)
Aslına bakılırsa Gezi’yi bir temsil haline getirip sahneye taşımak tam da iktidarın arzulayacağı türden bir hamle, olayların başından beri Gezi’yi bir “gösteri” olarak gören ve nitelendiren muktedirle aynı noktada durmaktır. Milyonların sessiz kalmaktan bıkıp iktidarın gözü dönmüş bir şekilde yaşam alanlarına tecavüz etmesine, demokrasinin bir gereği ve sembolü olan kamusal alanları yok etmesine “Dur!” demek için kendiliğinden sokağa döküldüğü bir sivil direniş, gerçek öznesi olan halktan ve uzamı olan sokaktan koparılarak sahneye taşınabilecek bir gösteri değildir. Onu 100-200 kişilik black box’lara kapatmak Gezi’nin ruhunu katletmek, politik duruşunun içini boşaltmak ve radikalliğini pasifize etmektir. Kısacası direnişi estetize ederek Gezi’yi araçsallaştırmak ve tüketilebilir bir eğlence ya da diğer bir ifadeyle seyir nesnesine dönüştürmektir. Oyunun biletlerinin “canlı eğlence sektörüne öncülük eden lider biletleme firması” sıfatıyla tekelleşen ve bilet fiyatlarına eklediği uçuk hizmet bedeliyle insanı sömüren Biletix tarafından satışa çıkarılması ise, Gezi’nin başrol karakteri olan halkı, kapitalizmi besleyen birer tüketici olmaya davet etmekten başka bir şey değildir. Biletlerinizi kapın ve Gezi’nin görkemli dünyasında siz de hemen yerinizi alın!

Gezi’nin kendisi, yaratıcılığıyla başlı başına bir sanattı. Dolayısıyla sanatın sanatı olan “Taksim Meydanı” müzikali, olsa olsa daha önce üretilmiş bir eserin taklidi olan pastiş (pastiche) olabilir. Geç kapitalizmin kültürel düzeyde işleyişinin bir dışavurumu olan pastiş, neoliberal düzenle uyum içinde işleyen postmodernizmin, yani geç kapitalizmin ‘sanat’ıdır. Hayattan aldıklarının anlamını yok eder, onu süsler, parlatır, paketler ve içi boş bir imgeye dönüştürerek sahneye taşır. 21. yüzyıl sanatının bir diğer sorunlu yanı da, sanat ile hayat arasındaki ayrımın ortadan kalkmasından kaynaklanır. Politik sanat ile politika ve sanat arasındaki ayrım oldukça sorunlu hale gelmiştir. Politik kaygılar barındırıyor gibi gözüken eserler, seyircide katharsise yol açarak, sanat aracılığıyla bir politik mücadele verdiklerini düşündürterek delüzyona sebep olur ve politik mücadelenin gücünü kırabilir.
Walter Benjamin sanat ve politika arasındaki ilişkiyi ele alırken faşizmle ilgili olarak, “Faşizm… kendi içinde tutarlı olarak, politik yaşamın estetize edilmesini amaçlar.” (Pasajlar, 77)  demektedir. Bu açıdan bakıldığında, Türkiye’de örneğine ilk defa rastlanan ve bütün dünyada büyük yankı uyandıran Gezi Direnişi gibi politik bir hareketi sıcağı sıcağına ‘oyunlaştırarak’ sahneye taşımak direnişi değil, ancak ve ancak faşizmi besleyebilir. Zira şu an, artık olunması gereken yer sadece sokaktır; çünkü direniş bitmedi ve bitmeyecek. Gerçeği dururken ışıklar altında, müzikler eşliğinde konforlu koltuklardan temsilini izlemeyi tercih edenlerin Gezi’nin kahramanları olmayacağı aşikardır; çünkü “The revolution will not be televised!” (Devrim, televizyonlardan yayınlanmayacak!) mottosunun bir diğer ifadesi de, “The revolution will not be staged!”dir.
* Kaynak: http://www.sanathaberlerimiz.com/taksim-meydani-muzikali-hepimizi-gezinin-gorkemli-dunyasina-davet-ediyor.html

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...