Ana içeriğe atla

Sokağın Belleği Üzerine: Uzam, Bellek, Direniş, 1 Mayıs, Taksim

Tam da 1 Mayıs’ın gündemde olduğu bugünlerde Dipnot Yayınları’ndan, “Neden 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanması için ısrar ediyorsunuz?” sorusuna cevap niteliğinde oldukça önemli bir kitap çıktı:  Sokağın Belleği: 1 Mayıs 1977'den Gezi Direnişine Toplumsal Hareketler ve Kent Mekânı.
Derlemesini, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nden Derya Fırat’ın yaptığı kitapta, akademinin içinden isimlerin kaleme aldığı 14 adet makale yer alıyor. 2011’de Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi (MSGSÜ) Disiplinler Arası Kültür Çalışmaları Uygulama ve Araştırma Merkezi ile, Bellek ve Kültür Sosyolojisi Çalışmaları Derneği (BEKS) tarafından düzenlenen “Kolektif Belleğin İzinde Sokak ve Toplumsal Hareketler”kolokyumu sonrasında yazılan makalelerden oluşan derleme, Türkiye tarihindeki toplumsal mücadelelere ve kitlesel direnişlere olduğu kadar, 21. yüzyılda dünya genelinde boy gösteren eylemlere de odaklanıyor. Kitapta ele alınan konuların genel çerçevesi ise, uzam, bellek ve toplumsal hareketler üzerinden çizilmiş. 
Gezi Direnişi’nden bu yana adeta bir “Gezi kitapları” furyası oluşmuş durumda. Elbette zamanlamaları itibariyle eleştirilebilir, bazısının niyeti sorgulanabilir; ancak her şeye rağmen bu kitapların direnişin belleğini tuttuğunu ve ilerisi için bir eylem haritası oluşturacağını akılda tutmak gerekir. Sokağın Belleği’ni ise bu furyada değerlendirmek yanlış olur. Zira kitap, salt Gezi’ye odaklanmadığı gibi, daha önce basılan kitaplardan da farklı bir izlekte ilerliyor. Kitabı önemli kılan bir nokta, makalelerin yanı sıra, saha araştırmalarından bulgulara da yer veriliyor olması. Örneğin Tuba Emiroğlu’nun, “Toplumsal Hareketleri Alan Kavramıyla Düşünmek: İstanbul’da Yeni Toplumsal Hareketler Alanı” ve Fulya Atacan’ın Taksim ve Tahrir örneklerinin karşılaştırmasını da içeren, “Emek, Özgürlük, Sosyal Adalet: Mısır’da Muhaliflerin Talepleri Açık Değil Mi?” başlıklı makaleleri, sahada gerçekleştirdikleri araştırmalara dayanıyor ve görüşmecilerin anlatılarına yer veriyor. Dolayısı ile kitabı, bir ‘Gezi kitabı’ olarak değil, sosyal bilimler literatürüne bir katkı olarak düşünmek gerekiyor. Bu noktada belirtmek gerekir ki, kitapta yer alan bazı makaleler akademik bir jargonla yazılmış olmasına rağmen, genel yapısı itibariyle açık ve anlaşılır bir dile sahip.  
Kitabın girişinde Derya Fırat, kitaptaki makalelere de kılavuzluk edecek nitelikte, bellek, uzam ve mücadele ilişkisi ekseninden uzam, mekân, alan ve yer kavramlarının literatürdeki farklı kullanımlarına dair ayrıntılı bir resim çiziyor. Fırat, kolektif bellek kuramının kurucularından Maurice Halbwachs, Marksist düşünür Henri Lefebvre, sosyolog Pierre Bourdieu, tarihçi Pierre Nora, Michel Foucault, Edward Soja gibi sosyal bilimlerin önemli yapı taşlarından isimlerin bu kavramları ele alış biçimleri üzerinden uzamın fiziksel, toplumsal ve sembolik boyutları arasındaki farkı vurguluyor. Bu minvaldeki bir giriş yazısı, toplumsal hareketlerin ve sokağın nasıl olup da bellek mekânına dönüştüğüne, iktidarın Gezi’yi neden inatla ve ısrarla “3-5 ağaç” meselesi olarak göstermeye çalıştığına, Gezi’den bu yana Taksim’deki en ufacık bir kalabalıklaşmada bile neden ilk hamlenin parkın kapatılması olduğuna ve hükümetin özellikle de 1 Mayıs’ı “kaptırmamak” için neden akıl almaz biçimde gayret sarf ettiğine açıklık getirmesi bakımından kritik bir rol oynuyor.
Sokağın Belleği’nde yer alan makaleler, kent uzamının toplumsal hareketlerle ilişkisinden 1 Mayıs 1977’ye, 1980 askeri darbesi ve Diyarbakır Cezaevi’nde yaşanan işkencelerinden 1989 Bahar Eylemleri’ne, feminist hareketin sokakla ilişkisinden kentsel dönüşüm karşıtı mahalle hareketlerine, 90 sonrası Kürt hareketinin sokak üzerinden dönüşümüne ve “şenlikli eylem” olarak adlandırılan politik eylemlerden performans sanatının sokakla ve politik mücadeleyle ilişkisine kadar oldukça geniş bir yelpazeye yayılan konuları içeriyor.
Kitap, ayrıca, “Gezi Direnişi ne ölçüde dünya genelindeki ayaklanmaların bir parçası”, “Gezi direnişi Mısır, Tunus, Libya gibi Ortadoğu ülkelerindeki ayaklanmalarla mı, yoksa Amerika ve Avrupa genelindeki Occupy hareketiyle mi benzeşiyor”, “Bir Gezi kuşağından bahsedilebilir mi?”, “Yakın tarihli eylemlerin tetikleyicisi olarak sosyal medyayı göstermek mümkün mü?” gibi çoğaltılabilecek pek çok güncel tartışma maddelerinin yanıtlarına da açıklık kazandırıyor.
80 Darbesi’yle birlikte sistemli ve radikal bir biçimde siyasetten arındırılan sokağın, 2000’lerden itibaren yeniden aktif hale gelmeye başladığını, son yıllarda ise, daha da hızlı bir biçimde “sterilliğini” kaybederek yeniden politik bir anlam kazanmaya başladığına ve sürecin tersine işlediğine şahit oluyoruz.  Sokağın Belleği’nde de, Tekel direnişi, kentsel dönüşüm ve HES karşıtı mücadeleler, Emek Sineması eylemleri ve son olarak Gezi direnişi gibi eylemlerin bu tersine dönen süreçte önemli direniş uğrakları olduğu belirtiliyor. “Vardık, varız, var olacağız” diyenlerin seslerinin sokakta daha da gür çıkmasını sağlayan bu örneklere feministlerin düzenledikleri 8 Mart gece yürüyüşlerini, 24 Nisan anmalarını, Cumartesi Anneleri’nin 473 haftadır gerçekleştirdikleri oturma eylemlerini ve Newroz kutlamalarını da eklemek mümkün.
Foucault’nun da dediği gibi, “iktidar her yerde”; keza direniş de. Ancak onunla en çok karşılaştığımız, ona en yakından temas ettiğimiz ve en sert şekilde tosladığımız alanın, gündelik pratikler bağlamında düşünüldüğünde, sokak olması, kısacası iktidarın ‘sokağa inmesi’, kitlesel sokak hareketlerinin de kıvılcımını yaratıyor. Bir türlü sentez aşamasına ulaşamayan diyalektik sürecin hamleleri olarak, gündelik hayattaki alanlarımız daraldıkça tepki oluşuyor, tepki oluştukça alanlar yasaklanıyor, alanlar yasaklandıkça direniş kitleselleşiyor. Bu yıl 1 Mayıs için Taksim’de 39 bin polisin görevlendirilmesini, çevresine 50 TOMA’nın yerleştirilmesini ve yakın semtlerde sokak aralarına kadar polis barikatlarının kurularak giriş çıkışların olağanüstü denetimlerle kontrol edilmeye çalışılması iktidarın ne denli sokağa indiğinin de aşikâr bir göstergesi.
Yazının başında da belirtildiği gibi, kitapta belki de yanıtını en detaylı ve oturaklı biçimde bulduğumuz sorulardan birisi, geçtiğimiz yıllarda olduğu gibi, son günlerde de hararetli tartışmalara mahal veren, “Neden 1 Mayıs’ta Taksim’de olmak için ısrar ediliyor” sorusu. Melike Işık Durmaz’ın “İşçi Sınıfı Belleğinin Zamanda ve Uzamda Cisimleşmesi: Taksim 1 Mayıs 1977” makalesi ve Derya Fırat ile Öndercan Muti’nin birlikte kaleme aldıkları “12 Eylül Darbesinin Bellek Mekânları” yazısı, 1 Mayıs’ın neden Kadıköy ya da iktidarın işaret ettiği Yenikapı, Maltepe ya da başka bir alanda değil de tam da Taksim’de kutlanması gerektiğine ışık tutuyor.
“…1 Mayıs 1977’de deneyimlenen ortak olayın Taksim Meydanı’nda işçi sınıfının direnç noktası ve onun somutlaştığı toplumsal çerçeve olduğunu görebiliriz. Yani uzamda yoğunlaşan ve ortak deneyimle somutlaşan bir an(ı) söz konusudur burada. Bu noktada 1 Mayıs ve Taksim direnişi, işçi sınıfı belleğini çerçeveleyen ‘uzamsal bir imge’ halini alır. (…) 1 Mayıs 1977 tarihinde ve Taksim Meydanı’nda cisimleşen bu bellek, hem 1970’lerde yükselen siyasallaşmasını hem de 1980 Darbesiyle örgütlülüğüne vurulan darbeyi simgelemektedir.” (Melike Işık Durmaz; s.107, 114)
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere, Taksim 1 Mayıs için coğrafi/fiziki uzam olmaktan öte bir anlam ifade etmektedir. 1976’dan bu yana işçi sınıfı ve sosyalist hareketler açısından önemini ve kritikliğini koruyan bu alan, bir “bellek mekânı”dır. Sol’un siyasal mücadele tarihini temsil eden, devlet terörünün tecrübe edildiği kadar, faşizme karşı verilen ortak mücadelenin de sembolikleştiği bir figür-uzamdır. Senelerdir her 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nın politik tartışmaların gündemine oturuyor olması, hükümetlerin ajandalarında başat bir rol oynaması ve Taksim’i kaptırmayı, iktidarlarının zedelenmesiyle eşdeğer görmelerinin kaynağı burada yatmaktadır. Bu yüzden, 1 Mayıs’ın Taksim’den kopartılması demek, koca bir sol mücadele tarihinin görmezden gelinmesi, yok sayılması ve bilhassa da işçi sınıfı belleğinin sıfırlanması demektir. (CK/EKN)

Kaynak: Biamag, http://bianet.org/biamag/kultur/155397-sokagin-bellegi-uzerine-uzam-bellek-direnis-1-mayis-taksim 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal