Ana içeriğe atla

Bitti Bitti, Bitti mi?



“Mücadeleye adanmış bir hayat” lafı çoğu zaman klişe bulunur ve öyledir belki de; ama bazen durumu daha iyi anlatacak başka bir söz öbeği de yoktur ne yazık ki. 1951 yılında siyasi gerekçelerle tutuklanan, yedi yıl sonra koşullu olarak serbest bırakılan Vedat Türkali’nin hayatını da böyle tarif etmek gerekir.

Bugüne kadar yedi roman yazan ve romanlarının her birinde Türkiye’nin siyasi çalkantılarla yüklü yakın tarihinin belli dönemlerine, darbelere, sağ-sol çatışmalarına, imha ve inkar politikalarının hedefindeki halkların acılarına ve Türkiye’ye özgü, kimi zaman gündelik hayattan “küçük” insanların kimi zamansa “aydınların” buhranlarına ışık tutan Vedat Türkali’nin mücadeleci ruhu yalnızca kitaplarında değil, yazdığı 40’ın üzerinde senaryo, dört tiyatro oyunu ve yönettiği filmlerde de karşımıza çıkar. Yoğun siyasi baskı ve sansürlere rağmen toplumcu gerçekçi sanatın dönemin hakim sanat eğilim olduğu ‘70’li yıllarda, komünist duruşuna da yakışır şekilde, sınıf çatışmalarının toplumsal hayattaki tezahürlerini filmlerinde işleyen Türkali, bu anlamda Türkiye sinemasına çok önemli katkılar sunmuştur. Kalemiyle direnen, “Sanat doğası gereği politiktir” sözünü kitaplarında örnekleyen, yaşayan bir edebiyat ustası olan 92 yaşındaki Abdülkadir Pirhasan, bizim bildiğimiz adıyla Vedat Türkali Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan yeni romanı Bitti Bitti Bitmedi ile Türkiye’nin karanlık ve kanlı geçmişinde yaşanıp üzeri örtülmeye çalışılan, birçok yazarın adım atmak istemeyeceği mayınlı arazilere ışık tutuyor.

TÜRKİYE’NİN SAKAT BIRAKTIĞI DÖRT HAYAT
Failleri ortaya çıkmamış cinayetler, sorumluluğu kabul edilmemiş “meseleler”, cezaevlerinde insanlık onuruna aykırı işkencelerden geçirilmiş bedenler; bir yanda soykırım ve katliamlarıyla, faşist yönetim zihniyetleriyle dosyası kabarık Türkiye, öte yanda taviz vermedikleri, geri adım atmadıkları mücadeleleriyle bugün hâlâ saygıyla andığımız ve hiç ölmeyecek olan direnişin sembol isimleri ve onurlu mücadeleleriyle Ermeni ve Kürt halkı… Türkali’nin Türkiye’nin yakın tarihinde yaşanmış hikayelerden ve olaylarda yola çıkarak kurguladığı romanı adeta bir sözlü tarih çalışması niteliğinde. Romanın esas başarısı ise, tüm bu siyasi ve tarihi meseleleri edebiyattan ödün vermeden, sanatın patikalarından uzaklaşmadan aktarıyor olması.

“Evren Paşa Evren Paşa/ akrep dolu çevren Paşa/ o akrepler soksun seni/ acı nedir öğren Paşa./ Tutup astın o gencecik Erdal’ı/ cehennem ateşlerinde,/ kıvrım kıvrım kıvran Paşa.”

Murat, namıdiğer Tarık, Ayla Hemşire namıdiğer Zilan, Leyla, namıdiğer Lüsi ve Dede, Hovnan Dede. Kesişen dört hayatın birbirine değerken dört yaralı insanın birbirlerini nasıl da iyileştirdiklerini okuyoruz kitapta. Türkiye’nin sakat bıraktığı dört hayat. Tarık ve Zilan’ın Mamak ve Diyarbakır Cezaevinde, Lüsi ve Dede’nin Dersim’de çizilen kaderleri Bitti Bitti Bitmedi’de birleşir ve ortaya melodram tadında bir kurgu çıkar. İstanbul’un Bulgurlu semtinde cezaevi döneminden kalma korkularıyla yaşam mücadelesi veren Murat önce Zilan’la karşılaşır. Bu karşılaşmadan sonra yavaş yavaş aralanan hikaye, Murat’ın Dereboğazı’nda işe girmesi ve iş yerindeki Madam Lüsi’yle aralarında doğan aşkın Kınalıada’da doruğa ulaşmasıyla birlikte giderek kendini okura açar. Tarık’ın bireysel hayatına koşut olarak takip ettiğimiz hikayeye yakın dönem Türkiye tarihi anlatısı da eşlik eder.

Mamak ve Diyarbakır Cezaevinde yapılan zulüm ve işkencelerden başlayarak İttihat Terakki dönemine kadar giden Bitti Bitti Bitmedi, toplumcu gerçekçi bir tarihsel roman niteliğindedir. Aynı zamanda geleneksel ve modern romana ait unsurların çok başarılı bir biçimde harmanlandığı bir örnek olduğunu da söylemek mümkündür. Zira Vedat Türkali, bir yandan tarihsel ve toplumsal olanı tüm gerçekliğiyle ortaya çıkarıp dış dünyaya açılırken öte yandan da Tarık’ın iç dünyasına, sayıklamalarına, korku ve kaygılarına, kısacası travmanın iç dünyasında yarattığı ne varsa, o saklı dünyaya ortak eder okuru. Bugünden başlayan hikaye, karakterlerin yaşam öyküleri ve anıları aracılığıyla geriye dönüşlerle aktarılır. Kitapta çoğul anlatıcı modelini benimseyen Türkali’nin,  Bitti Bitti Bitmedi’yi yer yer diyaloglarla, yer yer bir dış anlatıcı aracılığıyla, yer yer ise bilinç akışı tekniğinden faydalanarak kurguladığı görülmektedir.
ERMENİLERİN DENGBEJİ HOVNAN DEDE
Romanın ortasından itibaren sahneye çıkan Hovnan Dede adeta Ermenilerin bir dengbêjidir. Osmanlı’da ve Türkiye’de yapılan Ermeni kıyımına ses verirken bir yandan da Ermenilerin gösterdiği -özellikle de Musa Dağı’nda- direnişi ve hayatta kalma mücadelesini şiirsel bir üslupla Tarık ve Lüsi üzerinden okura dinletir. Henüz yeni evli genç bir delikanlıyken 1915’te Hozat’ta Türk askerlerinin gazabından şans eseri kurtulan Hovnan Dede, kendi gençlik yıllarından başlayarak önce Türkiye’de, oradan da gittiği Fransa’da ve romanın sonlarında çıktıkları Ermenistan gezisinde yaşadığı, gördüğü, dinlediği ve şahit olduğu olayları ve insan hikaelerini aktararak Ermenilerin acılarına, sevinçlerine, inanışlarına, türeyiş mitlerine, kısacası Ermeni kültürüne, kendisinden sonra da bu bilgileri yaşatabilmek adına kelam verir. Ayrıca, aktardığı sözlü tarihin unutulup gideceği endişesini sık sık dile getirerek Tarık’a bir roman yazarak kendisinin anlattıklarına yer vermesi ve bir halkın belleğini koruması konusunda ricada bulunur. Böylece, “Söz uçar, yazı kalır” deyişi hem Tarık’ın romanı, hem de aslında Bitti Bitti Bitmedi sayesinde bir kez daha haklılığını ispat eder.

“Mahalle, ilkokul, üniversite ve uzun yıllar süren TKP içinde birlikte çalışma onurunu kazandığım, çektiği bütün işkencelere karşın hiçbir tutuklamada beni ve sorumlu birçok kişiyi ele vermeyen Dr. Haig Açıkgöz’e yürekten sevgi ve borçluluk duygularımla.” ithafıyla başlayan Bitti Bitti Bitmedi, Kürtlerin ve Ermenilerin bu topraklarda maruz kaldığı zulümlere, Kenan Evren faşizmine, Ağrı Dağı ve Koçgiri İsyanına, Dersim Katliamına; kısacası, 12 Eylül 1980 Darbesinden İttihat Terakki dönemindeki kıyım ve isyanlara kadar pek çok tarihsel gerçekliğe ışık tutuyor. Bir diğer yandan da, Tarık ve Lüsi’nin insanın içini ısıtan şefkat dolu aşkının lezzetini Türkali’nin usta romancılığı sayesinde okura tattırmayı başarıyor.  

* Bu yazı 11 Aralık 2014 tarihli Evrensel gazetesinde yayınlanmıştır. 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal