Ana içeriğe atla

Eleştiri Kültürsüzlüğünün Kod Adı: Körler Sağırlar Birbirini Pohpohlar Veyahut Da Yuh’alar




 “Aydınlar kendi özel dünyalarının onayını almış şeylere daha şimdiden o kadar bağlılar ki, entelektüel seçkinlik etiketi taşımayan hiçbir şeyi arzulamıyorlar.”
                                                                             
                                                   Adorno – Minima Moralia


Eleştiri apayrı bir kültürdür. Bu nedenledir ki, bu şuurlu eylemin kendisine eleştiri kültürü denir. O denli ciddiye alınması gereken bir mevzuudur ki, ülkemizin en sayılan ve gözde büyütülen eğitim “yuvaları”ndan olan Boğaziçi Üniversitesi’nde, Eleştiri ve Kültür Çalışmaları adıyla bir yüksek lisans programı olarak okutulmaya hak kazanmıştır.  Eleştiriden bozmalar ise, düpedüz kültürsüzlük ya da su katılmamış tecrübesizlik, yer yer kendini bilmezliktir. Ne yazık ki Türkiye’de de hemen her alanda bunun örneklerini görmek mümkündür. 

Öncelikle, nedir eleştiri? Bir metni, bir yapıtı ya da bir kişiyi belli birtakım nesnel –kimi zaman öznel- kriterler ölçüsünde; ama öznel bir üslûpla, güçlü yönleriyle olduğu kadar zayıflıkları ile de yansız bir biçimde inceleme ve değerlendirme şeklidir. Özellikle sanatsal yapıtlar üzerine yapılan eleştiriler düşünsel arka plana dayanmalı ve tarafsız olmalıdır. Yapıtın içeriği, yapısı ve üslûbu, eserin sanatsal değeri ortaya konacak şekilde, aynı zamanda alanın –şiir, edebiyat, tiyatro, sinema, müzik vs.- ölçütleri doğrultusunda ele alınır. Bu nedenle de, eleştirecek kişinin alanın yapısına bir ölçüde hâkim olması beklenir. Bu tür bilimsel eleştirilerde, “beğendim, beğenmedim, çok etkilendim, aman kaçın…” şeklinde kişisel yargılara yer yoktur. Dolayısıyla, ancak kişiden kişiye değişen bir zevkin yansıması olmaktan öteye geçebildiği ölçüde bir eleştiri kültüründen bahsedilebilir.

Türkiye’de her daim bir yakınma biçiminde, gerçek manada bir eleştirmen eksikliği yaşadığımızdan ve sanat yapıtları hakkında yazılan pek çok yazının tanıtım ya da reklam yazısı olmaktan sıyrılamadığından, dolayısı ile de en genel anlamda eleştiri kültüründen yoksun oluşumuzdan dem vurulur. Bunun en önemli nedenlerinden biri, sanat dünyasına açılan kapının anahtarlarına ulaşmanın nispeten kolay bir yolu olarak, ”aydın, entelektüel eleştirmen” kimliğinin, eli kalem tutan herkes tarafından herhangi bir yetkinlik elemesine tabi tutulmadan seçilebilmesidir. Sözü edilen dünyada eleştirir gibi yapmak, tahmin edilemeyecek ölçüde avantajlar sunar. Davetlere, kokteyllere protokolden katılmak, her sergi, konser, tiyatro gösterimi ve daha nice sanatsal ve kültürel etkinliklerde davetiye gönderilen ve kapıda ismi yazan zümreden olmak, beğeni ölçütü olarak ele alınmak, içine girdiğiniz her ortamda göz göze gelmekten kaçınmayacağınız, her daim selamlaşıp kucaklaşacak ve kadeh tokuşturacak birilerini bulacağınız bir popülerlik kazanmak ve daha niceleri…

Bir diğer nedeni ise, eleştirmen, köşe yazarı ya da yazarlara imge ve sembollerin pazarlanmasından başka bir seçenek bırakmayan “pop kültürü”dür. Elbette sanat yapıtı ve bir pop kültürü ürünü arasında ayrım yapabilmek de eleştiri kadar mahiyet ve yatkınlık isteyen bir konudur. Aksi takdirde “sanat eseri süsü verilmiş” ürünler, hiçbir sanatsal ölçüt gözetilmeden, buna karşılık, “çok satar” değeriyle ele alınıp tanıtım ve reklam içerikli yazılara malzeme sağlayacaktır. Eleştiri kültürsüzlüğümüzün başka bir nedeni de, elbette, eleştirilmeye tahammülü olmayan, eleştiriyi her zaman bir “karalama kampanyası” olarak gören ve kendine şanlı bir geçmiş inşa eden atalardan gelen bir nesil olmaktan kaynaklanır. Eleştirmeye yeltenen herkesin bacağından asıldığı bu dönemde gerek iktidara, gerek sanatçı, akademisyen ya da aydın kesime kalem uzatmamak, eleştiri kültüründen “muaf”lığımızın en ayyuka çıkmış halidir. 

Pierre Bourdieu, yazınsal düzeni “tersine bir ekonomik dünya” olarak niteler. Eleştiri ve eleştirmenlerin de içine dâhil olduğu sanatsal düzen de benzer mantıkla işler. Maddi çıkarlardan feragat etmenin ya da çıkar gütmemenin kendisinin ün, statü, saygınlık, itibar, tanınmışlık gibi sembolik kazançlar sağladığı ve en nihayetinde bu kazançların da kısa ya da uzun vadede ekonomik kazançlar vaat eden bir düzendir bu. Elbette bu alana girebilmek için başlangıçta belli bir kültürel sermayeye sahip olmak gerekir. Oysa bizde görülen, yine tersine işleyen, önce sosyal network edinip sonra kültürlenme sürecinin eleştiri kültürüdür. Böyle bir ortamda eş dostların, az biraz da tanışdaşlıkların hatrına yazılan “ben gittim, siz de gidin” popülerliğiyle gelen “seçkinlik” ve bayağılıktan daha fazlası beyhude bir bekleyiş olacaktır. Baudelaire’in de dediği gibi, “zamanımızın birçok sanatçısı o zavallı ünlerini sırf eleştiriye borçludur! 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...