Ana içeriğe atla

Küçük Köylüye Ne Oldu? – Cansu Karagül


Mülksüzleşme süreci Türkiye’de özellikle 50lerden itibaren hızlanmıştır. 50lere kadar olan dönemde, aşarın kaldırılması, tarıma yeni toprakların açılması, tarımsal üretimde yeni tekniklerin kullanılması sonucu üretkenliğin artması ve siyasal iktidarın köylünün “oy”una ihtiyaç duyması ölçüsünde tarımsal ürünlerde devlet tekel fiyatı uygulayarak köylülüğün lehine bazı adımlar atması gibi faktörler köylülüğün varlığını koruyabilmesini sağlamış ve mülksüzleşmesininin engellenmesine yardımcı olmuştur.
1950’lerden itibaren ise, köylülük açısından farklı bir süreç yaşanmıştır. Köy topluluğunun ortaklaşa mülkü olan mera ve otlakların tarıma açılarak ortak mülk olmaktan çıkması ve bu toprakların büyük toprak sahipleri ve köy ağalarının elinde toplanması, geniş ölçekli tarıma geçilmesi, Marshall Yardımı ile tarıma giren traktörlerle birlikte makinalı tarıma geçiş, sulama, gübreleme, direnaj, ilaçlama, nitelikli tohum kullanımı gibi yeni tekniklerin de kullanılıyor olması sonucu tarımda üretkenlik artmış, tarımsal ürünlerin fiyatı düşmüş ve bu durum, piyasa için üretim yapan küçük köylünün rekabet şansını imkansız hale getirmiş ve onun yıkımını hazırlamıştır. Demokratik ortamın ve çok partili parlementer rejimin sonunu simgeleyen 24 Ocak Kararları ve bu kararların uygulanmasını sağlayan 12 Eylül, köylülüğün “genel oy” baskısını sona erdirmiş, devlet tekel fiyatlarını tekelci burjuva lehine döndürmüş, tarımsal ürünlerin gerçek fiyatını düşürmüş, kar-faiz-rantları yükseltmiş, işçi ücretleri düşerken işsizlik oranını artırmıştır. Sistemin kendisi giderek emekçiyi sömüren, baskı ve zor kullanan, demokrasiden uzak bir yapıya dönüşmüştür.
Benim görüşüm ise şu yönde: 1950’lerde topraksız köylüler, geçimini topraktan sürdüremeyenler ya da mevsimlik tarım işçileri ile başlayan kırdan kente göç akımı, 80’lerden itibaren hızlı bir şekilde artmıştır. Mülksüzleşme ve yoksullaşma çok uzun süren dönemler sonunda gerçekleşmiştir. Köylülük  bu süreçte pek çok direnç mekanizması yaratmıştır. Aile üyelerinin başka topraklara emek ihraç etmesi; un, ekmek, makarna, bulgur gibi temel besin maddelerinin evde imal edimi; kadınların halı-kilim dokuma ya da yün, pamuk, keten eğirme gibi ufak ekonomik faaliyetlerle aileye ek gelir getirmesi gibi yöntemlere başvurulmuştur. Kırdan kente göç eden aileler ise, başlarda köydeki topraklarından tamamen kopmamışlardı, yani tam anlamıyla mülksüzleşme yaşanmamıştı. Enformel sektörün varlığı, küçük dokuma atölyeleri gibi küçük üreticiliklerin yaygınlaşması, gecekondu olgusu ve kentsel rantlardan yararlanma, hemşehrilik ilişkilerin varlığıyla Türkiye’de mülksüzleşme ve yoksullaşma ancak göç eden ailelerin 2., hatta  3. kuşaklarında gözlemlenebilmiştir. Özellikle, 80 sonrası Türkiye’nin izlediği neo-liberal ekonomi politikaları işçi kesimini de köylüyü de her geçen gün daha fazla sömürerek, mülksüzleşme ve yoksullaşma süreçlerini hızlandırmaktadır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...