Ana içeriğe atla

Koş Bingo koş!



Afrika’nın, kenar mahallelerin, yoksulluğun, suçun, siyah ve beyazların savaşının, din tacirliğinin, sınıfsal farkların, kısacası bir topluma dair olağan pek çok şeyin hikâyesini barındıran bir kitap; Bingo’nun Koşusu (Bingo’s Run).
Cansu Karagül
“Geçmiş, insanı ezer, geçmişin yükü arttıkça hareket edemezsin.”
O, Bingo Mwalo. Kibera’nın, Nairobi’nin ve muhtemelen dünyanın en hızlı koşan taşıyıcısı. Boyu kısa aklı uzun 15 yaşındaki 1.20’lik Bingo’nun yeraltı dünyasının en meşhur olduğu iki ülkeden biri olan Afrika’da (diğeri elbette ki Amerika) bir çamurdan diğer bir çamura koşuşunun hikâyesi. Deha ve hızın bileşiminden yaratılmış karakter Bingo, nam-ı diğer “cüce”, Nairobi’nin uyuşturucu pazarını ellerinde tutan mafya babalarından Jonny ve Wolf adına çalışan bir kuryedir. Sarhoş ve kumarbaz bir baba ve vahşi bir cinayete kurban giden bir anneden doğma Bingo, acımasızların dünyasında hayatta kalma mücadelesi veren ve kötüler arasında kala kala kendi de kötüleşen ve katılaşan bir adam-çocuktur. Annesi ölürken “koş” demiştir ve o andan itibaren yalnızca ve olabildiğince koşacaktır. Taa ki kendisini evlat edinen Bayan Steele ona bir kimlik verene ve düzenbazlıktan, dolandırıcılıktan daha önemli şeyler olduğunu anlayana dek.
“Birazdan geçmişimden kurtulacaktım, ama bir köle geçmişten nasıl kurtulur?”
Fizyolojik olarak büyüme geriliği olmasına rağmen mental yönden ileri derecede gelişmiş olan Bingo’nun hikâyesinin seyri, bulunması gereken yerde bulunmaması gereken bir saatte tanığı olmaması gereken bir cinayete şahit olmasıyla değişecektir. Ancak, değişmeyecek bir şey vardır; “iş iştir, para paradır ve yaşamak sadece hayatta kalmaktır” ve Bingo’nun büyükbabasının da zamanında dediği gibi, “Herkesin kaderi çamurdur.” Romanın ilerleyen sayfalarında cücenin yolu Peder Matthew, ressam Thomas Hunsa, Amerikalı sanat taciri Bayan Steele, otel hizmetlisi Charity, avukat Thaatima ve polis şefi Gihilihili ile kesişirken, roman da, başlardaki sıradanlığından kurtularak sürükleyici ve gizem dolu bir sahtekârlık yarışı anlatısına dönüşür.
“Unutma, Bingo. Tanrı aşk, aşk da paradır. İsa’nın yeryüzüne hediye ettiği temel öğretisi budur.”
Kitabın en güçlü yanlarından bir tanesi, fakir edebiyatı olarak ilerleyebilecek bir öyküden, ustaca kurgulanmış ve keskin bir dille kaleme alınmış bir polisiye edebiyatına dönüşüyor olması. Öyle ki, okurken bir karakterin tam ‘ne mal olduğunu’ anladığınızı düşündüğünüz noktada başka bir sır açığa çıkıyor ve bir sonraki hamleyi daha da merak eder hale geliyorsunuz. Ayrıca yazarın roman boyunca çamur ve koşma metaforlarını birbirine oldukça başarılı biçimde sarmaladığını da eklemek gerekir, –ki bu da, geçmişini sırtında taşıyan bir çocuğun dünyanın en hızlı koşucusu olmasını anlaşılır kılıyor. Kitaba dair bir diğer nokta ise, uyuşturucu taşıyıcısı Bingo’nun hikâyesinin anlatıldığı ilk kısımların daha ziyade Nairobi’nin “marjinalliğini” yansıtan bir üçüncü dünya ülkesini yansıtan cinsten üsluba sahipken, işin içine Amerika ve sanat tacirliği mevzuunun girmesiyle yeraltından yer üstüne sızan popülere yakın bir anlatıma geçiyor olması.
Bingo’nun Koşusu, James A. Levine’in Türkçe’ye çevrilen (ki zaten yazarın bunun haricinde yalnızca bir romanı var) ikinci romanı. 2009 yılında yayınlanan ilk romanı Mavi Defter (The Blue Notebook)’in üzerinden geçen beş sene zeki, sinsi ve mizahi bir kurguyu besleyerek yazarın sürükleyici bir romanla okur karşısına sağlam bir duruşla çıkışını hazırlamışa benziyor. Kitabın bir bilim insanı ve tıp doktoru tarafından yazıldığını (buna yazarın daha önce yazdığı yalnızca bir roman olduğu da eklenince) düşününce insan biraz şaşırıyor. Bu noktada akıllarda şöyle bir soru belirebilir: Polisiye edebiyatın en başarılı yapıtlarından biri olan Sherlock Holmes’te hayalî dedektifimizin en yakın arkadaşı ve gözlem ve çıkarım yeteneği sayesinde en büyük yardımcısı olan karakterin bir doktor (Dr.Watson) olması yalnızca bir tesadüf müdür? Bunda, tıp biliminin insana dair neredeyse tüm gizemleri çözebilme potansiyelinin bir payı var mı bilinmez...
Bingo’nun Koşusu, çok gerekli olduğunu düşündüğüm bir özeleştiri yapma vaktinin geldiğinin sinyallerini veren bir kitap oldu. (Bu bağlamda muhtemelen pek çok okur ve eleştirmen söyleyeceklerime katılacaktır.) Hem okurlar hem de eleştirmenler, okuyacağı ya da hakkında bir şeyler yazacağı kitabı seçerken genellikle bilindik ya da daha “güvenilir” yayınevlerinden ya da yazarlardan çıkan kitaplara yönelme eğilimi gösterir. Bu yöntem, hem zamandan tasarruf hem de kötü bir kitaptan korunmak için takılan bir prezervatif işlevi görür. Dolayısıyla bazen kıyıda kalmış, değerine kavuşamamış, şans yüzüne gülmemiş metinler sayısı yüz binlere ulaşan kitap deryası içinde vurgun yeme tehlikesine maruz kalır. Bunda elbette yayınevinin maddi sermayesinin hacmi ve yaşadığımız dönemin ruhunu yansıtan, “ne kadar Piar, o kadar çok satış” mottosunun da büyük payı var. İşte, Hit Kitap yayınları tarafından ve Öznur Özkaya’nın tertemiz çevirisiyle yayınlanan Bingo’nun Koşusu gözden kaçabilecek kitaplardan yalnızca bir tanesi. Bunu çok kişisel bir günah çıkarma ayini olarak görebilirsiniz, ki öyledir gerçekten, beklentimin üzerinde çıkan bu kitabı bana tavsiye eden arkadaşım Burak Abatay’a minik bir teşekkür etmek isterim.
Sihirbaz, Prestij, En İyi Teklif, Sherlock Holmes tarzındaki filmlerin veya örneğin, White Collar gibi dizilerin takipçilerini hayal kırıklığına uğratmayacak denli ustaca örülmüş kurgusuyla, dram, aksiyon, gerilim, macera, fantastik ve polisiye türlerinin her birinden bir tutam taşıyan Bingo’nun Koşusu, okurundan çalacağı zamanı hak ediyor. Umarım samanlıkta parlayan iğnelerden biri olur bu kitap sizler için de.

* Bu yazı 24 Eylül 2014 tarihinde Sol Portal'da yayınlanmıştır. (http://haber.sol.org.tr/kultur-sanat/kos-bingo-kos-haberi-97631)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal