Ana içeriğe atla

21. yüzyılda bir ‘Don Kişot’ masalı

Ünlü yayınevlerinin aksine, pek çok yeni ve genç yazara kendini gerçekleştirme fırsatı sunan ve son dönemde adını ardı ardına yayımladıkları yeni kitaplar ve sosyal medya aracılığıyla sıkça duyuran Yitik Ülke Yayınları, şimdi de ‘Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’nde buluşturuyor okurla Ferhat Uludere’yi.
Oğuz Atay, Beckett, Oblomov, Godot vs…
Öyle bir roman düşünün ki, o romanda Ferhat Uludere, Cervantes, Badincani,  Oğuz Atay, Ivan Gonçarov, Samuel Beckett, Don Quijote, Oblomov, Coşkun Ermiş, Zahar, Sancho, Vladimir, Estragon, Godot ve daha pek çoğunun yolları kesişsin. Hatta hayal gücünüzü biraz daha zorlayın ve muğlâk bir zamanda var olan bir ağacın yerine inşa edilmiş yine muğlâk olan bir yerdeki köhne bir handa Don Quijote’nin, Oblomov’un ve Coşkun Ermiş’in kadeh tokuşturduğunu getirin gözünüzün önüne. İşte Uludere, yeni kitabında imkânsızın sınırlarını olabildiğince zorlayarak ve gerçekliği yerle bir ederek adeta okurun yaratıcılığını zorluyor. 
Yazıldığı dönemden bu yana küçük büyük herkesin sevgili kahramanı olmuş La Manchalı değirmen savaşçısı Don Quijote’nin asırlardır ortaya çıkmamış maceraları, Uludere sayesinde gün yüzüne çıkarak yirmi birinci yüzyıla taşınıyor. 1605 yılında Batı edebiyatının en değerli eserlerinden ‘Don Quijote’nin birinci cildinin yayımlanmasından yaklaşık dört yüz yıl sonra, yazar, kahramanın yeni maceralarının yanı sıra, edebiyat tarihini yerle bir edecek gerçekleri de kitabın üçüncü cildinde aydınlığa çıkarıyor. Üstelik birbirlerinden farklı dönemlerde, farklı ülkelerde yaşamış yazar ve kahramanları da bu gerçeklerin tanığı ilan ederek. 
Kitabın daha girişinde ilk bomba patlıyor ve İspanyol romancı Miguel de Cervantes’in şöhreti yüzünden, adı, tarihin tozlu sayfaları arasında kalmış olan ‘Don Quijote’nin esas yazarı Badincani’nin, Cervantes’in ölümünün ardından muğlâk bir zaman boyunca yazmaya devam ettiğini ve bu üçüncü cildin, tıpkı romanın daha önceki iki cildi gibi, onun günümüze ulaşan elyazmalarından oluştuğunu açıklıyor Uludere. Bu konuda uzun bir izahat verdikten sonra ise, kendisinin de Cervantes gibi, kitabın yazarı değil olsa olsa derleyeni olarak görülmesi gerektiği konusunda okuru uyarıyor.  
İki ayrı roman, iki ayrı yazar
Her yönüyle postmodern bir roman olan kitabın ilk bölümü Badincani’nin el yazmalarından oluşurken, ikinci bölümünü kendisinin yazmak zorunda kaldığını itiraf ediyor Ferhat Uludere. Bu anlamda, kitapta birbirine paralel iki ayrı roman ve iki ayrı yazar olduğunu söylemek mümkün. Badincani’nin yazdıklarının üzerinden çağlar geçtiğini kabul etmekle birlikte, “Evet, dünya değişmiş ve uşaklar ile efendiler arasındaki akit çoktan bozulmuştu ama, (…) Zaman değişip, yasalar yenilense de bu handa herkes kendi döneminin kanunlarıyla yaşamayı bir şekilde başarıyordu.” diyor Uludere. Ancak zamanın durduğu, içinde yaşayanların hayatlarına es verdiği o hanın dışındaki dünyanın ne kadar farklı olduğunu, kendisinin sonradan eklemek zorunda kaldığı ve Don Quijote’nin, uşağı Sancho Panza ile Godot’yu aramak için hanın dışına çıktığı bölümde hala metal yığınıyla dolaşan La Manchalı şövalyenin şehirleşmeyle imtihanını komik bir üslupla anlatmayı da ihmal etmiyor. Böylece, dört yüz yıllık metinlere yaptığı göndermelerle bir yandan referans aldığı eski metinlerin aurasına saldırırken bir yandan da okurun bu zamana kadar tanıdığı kahramanlardan çok başka birer kahraman yaratıyor. 
‘Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’nde öğrendiğimiz gerçekler öyle kolay kolay boğazımızdan geçecek lokmalar değil. Kısacık romanda, bildiğimiz bütün gerçekler yerle bir oluyor. Coşkun Ermiş (Oğuz  Atay’ın ‘Oyunlarla Yaşayanlar’ının emekli tarih öğretmeni) ve Oblomov’un hâlâ yaşadığını, Godot'yu bekleyenlerin yalnızca Vladimir ve Estragon değil, onlardan da inatçı bir şekilde bekleyen başka birinin daha olduğunu ve hatta Godot’nun hemen hemen tüm bilinmezlerini öğreniyoruz. Coşkun Ermiş’in pişmanlıklarını belki de ilk defa bu kadar net biçimde kendisinin ağzından dinliyoruz. Oblomov’un yalnızlığına belki bir defa daha ve bu defa daha da acınası yılgınlığına şahit oluyoruz. 
Godot’yu bekleyenlere ‘mutlu son’ yok 
Ülkeden ülkeye gezinen el yazmalarının mirasçısı olan Ferhat Uludere, günümüzde hâlâ Godot’yu bekleyenlerin ve Don Quijote’lere ihtiyaç duyanların sayıca çokluğuna inandığından olacak ki uzun yıllar sakladığı el yazmalarına güneş banyosu yaptırmaya karar vererek 21. yüzyıl okurunun imdadına koşuyor. “Kurgunun neresindeyim, gerçeğin neresindeyim” diye sordurtan ‘Don Quijote’nin Üçüncü Cildi’, belki hâlâ Godot’yu beklemeye devam edenlerimiz için mutlu bir son vaat etmiyor, ama herkesin yılların eskitemediği Don Quijote gibi değirmenlere karşı kendi savaşını verme vaktinin geldiğini ve kendimizden başka bir kurtarıcıya ihtiyacımız olmadığını sürükleyici bir hikâyeyle hatırlatıyor. 
Kategori : Kitaplar arasında


* Bu yazı Agos Kirk'te (64. sayı) yayınlanmıştır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal