Ana içeriğe atla

Yükseköğretimde Eşitsizlik ve Neoliberal Politikalar – Cansu Karagül


Türkiye’de “yükseköğretim”, Yükseköğretim Kanunu’na göre, “Milli eğitim sistemi içinde, ortaöğretime dayalı, en az dört yarı yılı kapsayan her kademedeki eğitim – öğretimin tümü”1 olarak tanımlanmıştır. Yine aynı kanunda yükseköğretimin amacı; “Yükseköğretim kurumları olarak yüksek düzeyde bilimsel çalışma ve araştırma yapmak, bilgi ve teknoloji üretmek, bilim verilerini yaymak, ulusal alanda gelişme ve kalkınmaya destek olmak, yurt içi ve yurt dışı kurumlarla işbirliği yapmak suretiyle bilim dünyasının seçkin bir üyesi haline gelmek, evrensel ve çağdaş gelişmeye katkıda bulunmaktır.”2 Bu maddeden de anlaşılacağı üzere, yükseköğretim kurumları, özelde ise üniversiteler, bir toplumda bilim ve bilgi üreterek bireylerin gelişimini sağlayan ve daha geniş ölçekte, toplumların kalkınmasında büyük önem taşıyan yerlerdir; ancak toplumun her kurumu toplumsal gelişmelere bağlı olarak değişmeye mahkum bırakılır.
Türkiye’de eğitim sistemi ilk büyük dönüşümü Cumhuriyet yıllarında, ikinci büyük dönüşümü ise 80’li yıllardan itibaren yaşamıştır. 24 Ocak 1980 ve ardından gelen askeri darbe tarafından uygulamaya konan neoliberal yapısal uyum ve istikrar programları Türkiye’de eğitim sistemini kökten değiştirmiş ve eğitimdeki eşitsizlikleri büyük ölçüde derinleştirmiştir. Toplumun her alanında devletin düzenleyici rolünü kaybetmesiyle, devletin ve kamusal harcamaların kısılmasıyla birlikte piyasa her alanda hakimiyetini kurmuştur. Eğitim sistemi neoliberal ekonomi politikaları tarafından biçimlenmeye başlamıştır. 1980 yılına kadar devletin kamusal eğitime ayırdığı kamu fonları giderek daralırken, okullardaki öğrenci sayısının giderek artması da kişi başına düşen eğitim harcamasının iyice düşmesine neden olmuştur. 80’lerden itibaren IMF ve Dünya Bankası tarafından dayatılan neoliberal ekonomi politikaları sonucu devletin düzenleyici işlevini yitirmesiyle, eğitim piyasaya terk edilmiş ve eğitim tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de ticarileşmiştir. Bu da, Türkiye’de yoksul ve zengin arasındaki eşitsizliğin uçuruma dönüşmesine neden olmuştur. Sonuç olarak piyasa koşulları altında temel bir hak olmaktan çıkarak metalaşan eğitim, alınıp satılabilen bir hizmete dönüşmüştür. Özellikle yükseköğretim alanı, özel girişimciliği teşvik politikalarıyla, büyük kârlar sağlayan bir sektör olarak sermayenin yeni girişim alanlarından biri haline gelmiştir.3 Devlet bu özel girişimciliği son yıllarda özellikle yükseköğretim düzeyinde vergi muafiyetleri, hazine arazilerinin tahsisi ve buna benzer politikalarla sağlamaktadır. Diğer yanda ise, kamusal eğitim, katkı payı toplanılmasıyla birlikte giderek paralılaşmaktadır. Türkiye’deki tüm bu uygulamalar sonucunda üniversiteler arası farklılıklar giderek artmakta, parası olanlar özel okullarda nitelikli eğitim hizmetine ulaşabiliyorken, düşük gelirli grupların çocukları devlet okullarında niteliksiz eğitime mahkum olmaktadır. Üniversiteye giriş fırsatının, öğrencilerin dershaneye gidebilme ya da özel ders alabilme gücüyle doğru orantıda olduğu bir eğitim sisteminde, üniversitede alınan eğitimin kalitesi de maddi olanaklarla belirlenmektedir. Bu durumda başarının ölçümünün sınıfsal farklılıkları göz ardı ettiği çok açıktır. Bunun yanında, sayıları giderek artan vakıf üniversiteleri ve özel üniversiter akademik kadro ihtiyacını çoğunlukla devlet üniversitelerinden karşılayarak, devlet üniversitelerindeki akademik kadronun giderek zayıflamasına ve verilen eğitimin kalitesinin düşmesine neden olmaktadır.
Sonuç olarak, Türkiye’de eğitim sisteminin her kademesinde var olan eşitsiz yapı, 1980lerden itibaren uygulamaya konan neoliberal ekonomi politikaları ve küreselleşme sonucu tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’nin de ulus devlet olarak özerk yapısını kaybetmesiyle birlikte en çok da yükseköğretim kurumlarında gözlenir hale gelmiş ve üniversiteler giderek birer ticari işletmeye dönüşmüştür.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal