Ana içeriğe atla

Sınıf belleğinin mekânı: Taksim Meydanı

CANSU KARAGÜL
1 Mayıs mücadelesinin tarihi, direnişin, özgürlüğün, demokrasinin ve emeğin mücadelesinin olduğu kadar, kirli savaşların, baskı, yasak ve işkencelerin, gözaltında kayıpların, faili meçhul cinayetlerin, provokatif eylemlerin ve diğer birçok anti-demokratik uygulamanın da tarihidir. 1890 yılında Paris’te toplanan II. Enternasyonel İşçi Kongresi’nde alınan karar sonucunda, “Birlik, Mücadele ve Dayanışma Günü” olarak kabul edilen 1 Mayıs, insanca çalışma koşullarının sağlanması ve çalışma saatlerinin kısaltılması için verilen bir mücadele olarak ortaya çıkmakla beraber, sonraki yıllarda hem dünyada hem Türkiye’de giderek enternasyonel taleplerin dile getirildiği ve uluslararası ölçekli sınıf dayanışmasının sembolleştiği bir güne dönüşmüştür.
Sabahın Sahibi Var: 2004’ten 2010’a 1 Mayıs Alanı’nı Geri Alma Mücadelesi, isminden de anlaşılacağı üzere, yakın dönem Türkiye solunun 1 Mayıs kutlamalarının Taksim’de yapılabilmesi için verdiği mücadeleyi ve ödenen bedelleri konu alıyor. Kitap, uzun bir kesintiden sonra 2004 yılında DİSK ve KESK’in 1 Mayıs’ı kitlesel olarak yeniden Taksim’de kutlama kararını açıklamalarıyla başlayan ve 2010 yılında, yıllarca sürdürülen mücadelelerin geç gelmiş bir kazanımı olarak 1 Mayıs’ın Taksim’de geniş bir katılımla ve bayram coşkusuyla kutlanmasıyla sonuçlanan bir mücadelenin adım adım izlerini sürüyor. Sabahın Sahibi Var, özel tasarım bir kapakla 1 Mayıs 2011’in hemen öncesinde yayımlanmış. DİSK Yayınları’ndan çıkan eserin yapımını MYRA Ajansı, koordinatörlüğünü DİSK’ten Fahrettin Engin Erdoğan ve Myra’dan Damla Özlüer, tasarımı ve editörlüğü ise Rauf Kösemen üstlenmiş. %60’ı görsel içerikten, %40’ı ise metinden oluşan çalışmanın metinleri Göksun Yazıcı tarafından hazırlanmış.
Çalışmanın çerçevesi Taksim’in geri alınmasıyla sınırlandırılmış olsa da, içinde yer alan bir ifadeyle, “kitabın bir eksenini işçi sınıfının kendi eylemi ve siyaseti, diğer eksenini ise bu politikalara karşı verilen mücadele oluşturuyor.” Oldukça zengin bir içeriğe sahip eserde, ele alınan süreç dâhilinde her yıl 1 Mayıs öncesi ve sonrasında görsel ve basılı medyada yer alan fotoğraflar, çıkan haber başlıkları, gazete manşetleri, yazarların köşe yazıları gibi pek çok kaynağa yer verilmiş. Bunların yanı sıra, dünya ve Türkiye çapındaki dönemin ekonomik ve siyasal gelişmelerini yansıtan kaynaklardan da faydalanılmış. Ortaya konan çalışmada yalnızca 2004-2011 yıllarının bir portresini çizmek değil, Osmanlı İmparatorluğu’ndan başlayarak Türkiye’de 1 Mayıs kutlamalarının yasaklanmasını, sol mücadeleyi engellemek adına iktidarın sistematik olarak uyguladığı taktikleri, mücadeleyi değersizleştirmek için kullandıkları söylemleri gün ışığına çıkarmak da amaçlanıyor.
Üç darbe
Kitapta, İstanbul’daki 1 Mayıs kutlamalarının geçmişine bakıldığında darbe niteliğinde üç müdahaleden bahsediliyor. İlki, Kanlı 1 Mayıs olarak da bilinen, çok sayıda emekçi ve sosyalistin yaralandığı ve 34 kişi olduğu iddia edilmekle birlikte hâlâ daha katliamda hayatını kaybedenlerin sayısının net olarak bilinemediği 1977 1 Mayıs’ı. Taksim alanında yaşanan provokasyon ve ölümler, bu bölgenin işçiler için güvenli olmadığını, emekten ve demokrasiden yana herhangi bir hak talebinde bulunulduğunda kendi hayatlarının da tehdit altında olduğunu hatırlatan kanlı bir sembole dönüşmüştür. Nitekim bu olay, yalnızca 1 Mayıs kutlamalarında değil, bu tarihten sonraki yıllarda katılımcıların devlet organlarıyla karşı karşıya geldiği ve polis müdahalesine maruz kaldığı her gösteri ve yürüyüşte zihinlerde yeniden canlanan ve orantısız gücün belki de en somut ispatlarından biri olagelmiştir. İkinci darbe, 1979’da İstanbul’da 1 Mayıs kutlamalarının yasaklanması ve sokağa çıkma yasağının ilan edilmesidir. Bu yıl aynı zamanda, 1 Mayıs için İstanbul’da sokağa çıkan Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Behice Boran ve 330 TİP’linin tutuklandığı tarihtir. Üçüncü darbe ise, Türkiye’deki en büyük tarihi kırılmanın yaşandığı 1980 1 Mayıs’ı olarak belirtiliyor kitapta. “12 Eylül 1980 Darbesi, yüzlerce başka ön habercisi ile birlikte Taksim meydanına beş ay erkenden gelmişti.” Askeri darbenin temsili bir provasının alındığı bu 1 Mayıs, 1987 yılından önceki son kitlesel kutlama olmuştur. Darbeden sonra, “Bahar Bayramı” adıyla resmi tatil günü olan 1 Mayıs, 81 yılında Milli Güvenlik Kurulu’nun kararıyla çalışma günleri arasına dâhil edilmiştir.
Yeni bir milat
Sabah’ın Sahibi Var’ın ele aldığı dönemin 2004 yılıyla başlatılmasının ardında elbette ki önemli bir neden yatıyor. 2004 yılında DİSK ve KESK’in 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlama kararlarını açıklamasıyla beraber yeni bir döneme girilmiş, 80 Darbesi sonrasında kaybedilen hak ve özgürlüklerin geri alınması için aktif bir mücadele yürütülmüştür. 2008 yılında, 1 Mayıs’ın “Emek ve Dayanışma Günü” olarak kutlanması yasal olarak kabul edilmiş, 2009 yılında da, TBMM’ye verilen önergeden sonra 1 Mayıs, 81 yılında yasaklanmasının ardından ilk kez yeniden resmi bayram olarak kabul edilmiştir. Tüm bu süreç boyunca verilen mücadelenin ve ödenen ağır bedellerin sonrasında 2010 1 Mayısı, Taksim Meydanı’nda büyük bir coşku ve geniş bir kitlesel katılımla yeniden işçinin, emeğin, anti-emperyalizmin, barışın ve dayanışmanın sergilendiği bir kutlamaya sahne olabilmiştir.
“Mücadelenin belleği”
“…sabahın bir sahibi var 
sorarlar bir gün sorarlar
biter bu dertler acılar
sararlar bir gün sararlar
bin dokuz yüz yetmiş yedi
unutulmaz yılın adı
bir mayıs bayramı idi
sorarlar bir gün sorarlar 
beş yüz bin emekçi vardı
taksim meydanına girdi
öyle bir İstanbul gördük
sorarlar bir gün sorarlar…” (Ruhi Su, Şişli Meydanı’nda Üç Kız)
Sabahın Sahibi Var çalışmasının en büyük önemi, kuşkusuz, emek, özgürlük ve demokrasiden taraf olan kesimlerin mücadele belleği bağlamında yaptığı katkıdır. Zira, belleğini yitirmiş bir işçi sınıfının, hayat damarlarından biri kopmuş demektir. 1 Mayıs ve Taksim Meydanı mücadelesi, iktidarın indirgemeye çalıştığı gibi hiçbir zaman salt “Taksim inatlaşması” veya “yer fetişizmi” olmamıştır. Uğrunda onlarca insanın hayatını kaybettiği, yüzlerce, belki binlercesinin yaralandığı, gözaltına alındığı veya tutuklandığı bu meydan, işçi sınıfı için bir bellek mekânını ifade eder. Daha önce, Sokağın Belleği: 1 Mayıs 1977’den Gezi Direnişine Toplumsal Hareketler ve Kent Mekânı* kitabı hakkında yazdığım yazıdan alıntılayacak olursam; “Senelerdir her 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nın politik tartışmaların gündemine oturuyor olması, hükümetlerin ajandalarında başat bir rol oynaması ve Taksim’i kaptırmayı, iktidarlarının zedelenmesiyle eşdeğer görmelerinin kaynağı burada yatmaktadır. Bu yüzden, 1 Mayıs’ın Taksim’den kopartılması demek, koca bir sol mücadele tarihinin görmezden gelinmesi, yok sayılması ve bilhassa da işçi sınıfı belleğinin sıfırlanması demektir.”** Dolayısıyla, 2004’ten 2010’a kadarki zaman diliminde 1 Mayıs Alanı’nı geri alma mücadelesi ve deneyiminin gerek yazılı gerekse görsel dokümanlarla anlatıldığı Sabahın Sahibi Var, bugünün işçi sınıfı ve sol hareketi için olduğu kadar gelecek kuşaklar için de önemli bir mirastır.

(Bu yazı 2 Kasım 2014'te BirGün Pazar'da yayınlanmıştır. http://www.birgun.net/news/view/sinif-belleginin-mekani-taksim-meydani/8153)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...