Ana içeriğe atla

PAZARA DÜŞEN EDEBİYAT

Kültür ve Turizm Bakanlığı ISBN Ajansı ile Telif Hakları ve Sinema Genel Müdürlüğü’nden edinilen bilgilere göre 2012 yılında Türkiye’de 42.337 çeşit kitap yayımlanmış. Bunların arasından ders kitaplarını çıkardığınızda dahi elde kalan veri, 2000’li yıllarda çığ gibi yükselen kitap enflasyonunu gözler önüne seriyor. Üstelik bu durum yalnızca Türkiye’de değil, dünyaya da özgü. Okuma alışkanlığıyla ters orantılı biçimde, her geçen yıl yazarların, dağıtımcıların, yayın evlerinin ve kitap tanıtımları ve eleştirilerine yer verilen yayınların sayısı artıyor. Hal böyle olunca, kitap okumak için zaten kısıtlı zaman bulabildiğimiz ve daha afili geldiği için önüne “modern” sıfatı eklediğimiz hayatlarımızda neyi okuyup neyi okumayacağımızı seçmek giderek güçleşiyor. Bir anda herkes kitap kurdu olmaya ya da yazarlık yeteneği kazanmadı elbette. Ancak, sanatın her alanına nüfuz eden market kuralları edebiyata da fazlasıyla sızdı ve yayınevleri piyasa koşullarıyla baş edebilmek adına daha az seçici olmayı kendine şiar belledi. Doğu Avrupalı edebiyat profesörü Dubravka Ugresic, Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisinden çıkan Okumadığınız İçin Teşekkürler- Edebi Safsatalar Üzerine Makaleler ‘de tam da bu konuya parmak basıyor.
Daha önce “Acı Bakanlığı” ve “Baba Yaga’nın Yumurtası (Ölümün Bir Kokusu Yoktur. Hayat Pisliktir.)” eserleriyle Türkiye’deki okurla buluşan Slav yazarın 96-2000 yılları arasında yazdığı makalelerin yer aldığı kitabı iki bölümde düşünmek mümkün. İlk bölüm, edebiyat piyasasındaki sorunlara genel bir ışık tutarken, ikinci bölümde spesifik olarak Hırvatistan’ın tarihi, kültürel, toplumsal arka planına, tarihe karışan Saraybosna’ya, komünist rejim sonrası kitap ve kütüphane yakılmalarına, Doğu Avrupa edebiyatına, Slav bir yazar olmanın ne demek olduğuna, Stalin yönetiminde izlenen sanat politikaları ve sosyalist gerçekliğe, daha da ötesi, sürgün olmaya ve Yugoslavların travmalarına değiniyor. Kitabın girişinde ise, bu kitabın tarafsız olmadığını ve öyle bir gayesinin de olmadığını belirten yazar, amacının “edebi adaleti hayata geçirmek” olduğunu vurguluyor.


Edebiyat karın doyurmaz
“Hayatını ne yaparak kazanıyorsun?”
“Yazarım.”
“Onu kastetmedim… Hepimiz bir şekilde yazarız! Ben işinin
ne olduğunu, faturaları nasıl ödediğini soruyorum.”
Dubravka Ugresic, günümüzde bir alkolik ile bir yazarın sorunun aynı olduğunu söylüyor. İkisi de itiraf edemezler. Zira yazarlık, sektörleşmesine rağmen bir türlü kurumsallaşamamış (ya da belki profesyonelleşememiş demek gerekiyor) ve arafta kalmış bir “uğraş” olma pozisyonunu sürdürüyor.
Yazarların büyük bir çoğunluğunun parasız olduğunu ve yazıdan para kazanılamayacağı gerçeği bugün yazın dünyasının içinde yer alan hemen herkesin yüzleşmesi gereken bir gerçek olarak karşımızda duruyor ne yazık ki. En emekten yana görünen yayınevlerinin ve gazetelerin dahi yazarına ya da yazı işçisine telif ödemek (daha doğrusu ödememek) konusunda takındıkları tavır ortamlarda en çok yakınılan mevzuların başında geliyor. Bu durumu pek çok etmene başvurarak açıklayabiliriz ve kuşkusuz en başta gelen nedenlerinden bir tanesi de, yazacak çok sayıda insan olmasıdır. Kitabını bastırmak için üzerine para veren insanların var olduğunu veya kapısına her gelenin kitabını basmaya hazır yayınevleri olduğunu ne yazık ki biliyoruz. Herkes bir şekilde piyasa şartlarına maruz kaldığından ötürü oyunun kurallarına göre oynamak zorunda hissediyor. Ve sonuç: Nicelik arttıkça nitelik kayboluyor. Beş kuruşsuz nitelikli yazarlara karşı çok satan vasıfsız yazarlar ordusu.
Ugresic bu durumun demokratik bir aldatmaca olduğundan bahseder. Çağdaş yazın piyasası ideolojisi olmayan bir politika benimsemiştir: Herkes yazar olabilir. Bu işten kârlı çıkan elbette ki yayınevleridir. Ugresic, gün be gün çoğalan yayıncılar, editörler, ajanslar, dağıtımcılar, komisyoncular, reklam uzmanları, kitabevi zincirleri, “pazarlama uzmanları”, televizyon kameraları ve fotoğrafçıların oluşturduğu edebiyat ortamından en çok zarar görenin ise, zincirin en önemli iki halkası olan okur ve yazar olduğunu ifade eder.
“Çok satanlar” borsası
Yıllardan beridir edebiyat alanında yanıtlanmayı bekleyen sorulardan bir tanesi, bir kitabın “iyi” olmasının ölçütlerinin ne olduğudur ve en yanlış varsayımlardan bir tanesi de bir kitap çok satıyorsa o kitabın iyi, satmıyorsa kötü olduğudur. Slav yazar Dubravka Ugresic, bugün piyasada başarılı olmak için edebiyat eserlerinin “eğitsel” olması ne “Nasıl”la başlaması gerektiğinden bahsediyor: “Şu nasıl yapılır bu nasıl edilir?” Kişisel gelişim kitapları yok satıyor ve bu kitapların ortak özelliği yazarın deyimiyle, “parlak bir kişisel geleceğe duyulan inancın virüsünü bulaştırmaları”. Öyle ki, piyasa, yalnızca okurlar için değil, iyi/çok satan bir yazar olmak için püf noktaları arayan yazma heveslisi insanlar için de pek çok kaynak sunuyor. Yüz binlerce yazar arasından öne çıkmaya çalışan, edebiyat borsasında yer almak isteyen yazı işçileri en sarsıcı hikâyeyi bulmak için amansız bir mücadele veriyorlar. Ugresic’e göre, iyi edebiyat yapmaktansa çoksatan bir yazar olmanın “formülünü” arayan bu yazarlar için de roman yazma, karakter geliştirme, kurgu yapma vs. gibi tekniklerin sırrını vereceğini vaat eden kitapların sayısı da küçümsenemeyecek denli fazla sayıda.  Sonuç ise pek tabii ki, tek kitaplık şöhreti olan işe yaramaz yazar bozuntuları.
Okumadığınız İçin Teşekkürler, Dubravka Ugresiç, Çev. Gökçe Metin, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2014
Okumadığınız İçin Teşekkürler, Dubravka Ugresiç, Çev. Gökçe Metin, Ayrıntı Yay., İstanbul, 2014
Sanata ne olacak?
Peki sanatın, edebiyatın, yazarın geleceği ne olacak? Bugün her zamankinden fazla sayıda insanın yazmasına, her zamankinden fazla kitap basılmasına, kitapevlerinin çekici hale gelmesine ve yazarların dünyaca ünlü bir stara dönüşme şansına sahip olmasına rağmen tüm bunların bir pseudo edebiyat dünyası oluşturduğunun ve neoliberalizmle birlikte edebiyatın bir pazara dönüşmesi sonucunda bir zamanlar sahip olduğu ayrıcalıklı olma vasfını kaybettiğinin altını çiziyor. Her şeyin “son” (dünyanın sonu, modernin sonu, sınıfların sonu, tarihin sonu, sanatın sonu vb.)  tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz günümüz  post-humançağında edebiyatın da çoktan CD’lere, internete, interaktif bilgisayar oyunlarına ve hipermetinlere entegre olduğunu öne süren Dubravka Ugresic, günümüzde yazın yaşantısının sayıca oluşturduğu çoğulluğun bir çokluk ifade etmediğini belirtiyor.
“Edebiyat kavramı ortadan kayboluyor ve yerini gitgide daha fazla kitaplara bırakıyor.”
Kitap boyunca edebiyat endüstrisinin krizlerinden bahseden ve optimist bir havada olan yazar her şeye rağmen umudumuzu yitirmememiz gerektiğini, “yazılmak zorunda olduklarından emin olan öyküler ve bu öyküleri okuduklarında bunların yeniden yazılması gerektiğinden emin olan okurlar (yazarlar da okurdur!) olduğu sürece” kitapların da var olacağını müjdeliyor.
Safsata değil, gerçekler
Konuyla ilgili okunabilecek sayısız tez çalışması, kitap veya makale olduğu halde neden bu kitabı okuyalım sorusunun bana göre oldukça geçerli bir sebebi var: çünkü Okumadığınız İçin Teşekkürler, alanında yazılan pek çok kaynakta rastlayamayacağınız kadar samimi ve eğlenceli bir tarzda yazılmış. Bir kısmı gerçek bir kısmı kurgu olan anekdotlardan faydalanma yoluna giderek akademik kaynak formatının soğuk duvarlarını yıkan Ugresic, kitabın girişinden itibaren yarattığı sohbet ortamıyla okura misafirperverliğini gösteriyor. (Yayınevinin aynı diziden çıkan ve çağdaş sanatın sivri bir dille tiye alındığı “Bunu Ben de Yaparım” da, bu kitabın üslubunu seven okura naçizane bir tavsiyemdir.) Mizahi bir hiciv örneği olan kitabın da kendi kulvarında bu anlamda popüler bir tarza yöneldiğine ilişkin ufak bir eleştiri getirmek mümkün. Ancak yazarın bu tutumuna negatif bir değer yüklemeye gerek yok. Zira her “dümenden” bu kadar haberdar olan bir edebiyat profesörünün kendi kitabında bu tecrübelerden faydalanmayacağını düşünmek biraz saflık olur.
Ezcümle, Okumadığınız İçin Teşekkürler yalnızca okurların değil, yazarlar dâhil olmak üzere edebiyat dünyasının bir parçası olan tüm aracıların –yayın evleri, dağıtımcılar, temsilciler, editörler, yazı işleri sorumluları, eleştirmenler gibi– bir şekilde yolunun kesişmesi gereken ve kesiştiğinde de durup kendilerini sorgulamalarına sebep olacak bir kitap.
* Bu yazı Mesele’nin 93. sayısında yayınlanmıştır. (http://meseledergisi.com/2014/09/pazara-dusen-edebiyat/)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...