Yazar bir kitap yazar, ama kitap henüz yapıt değildir, yapıt ancak, ona özgü bir başlangıcın yamanlığında, varolmak sözcüğünün, yapıt onu yazan biriyle okuyan birinin içlidışlılığı olduğunda tamamlanan olayın, kendisi tarafından dile getirildiğinde yapıttır.
Maurice Blanchot- Yazınsal Uzam
İnsanoğlu
bir dilin içine doğar, onun içinde büyür ve şekillenir. Anadili denilen bu
aidiyet biçimi, düşüncenin tüm olanaklılık ve olanaksızlıklarını belirleyen bir
taraftır ve insan, çoğu zaman bu sınırların, bu pasif olma halinin çok farkında
değildir. Bu nedenle edebi bir metin yazmak, bir sanatsal pratiğin yapıt haline
gelmesi ve okumak kolaylıkla üstesinden gelinebilecek süreçler değildir. Bireyselliğimizi
ortaya koyduğumuzu ya da tarihsel özne olduğumuzu düşündüren her çırpınış aslında
içinde sakladığı bencillik tarafından bu süreci sekteye uğratır.
Blanchot’nun
Yazınsal Uzam’da söz ettiği yalnızlık
ve ölüm temaları, yazarın ya da okuyucunun “Ben” kalma ısrarındaki yıkıcı işe
yaramazlıktır. Yazardaki “Ben’
yazıyorum.” ve okurdaki “Ben’ okuyorum.” sahiplenmesi, yapıtın ortaya
çıkmasının ve var olmasının önündeki en büyük engellerden biridir. Yapıt ancak
kendini konuşmaya fırsat bulduğu anda gerçekten var olabilmekte ve okuma mümkün
hale gelebilmektedir. Blanchot’nun, yazarın ve yapıtın yalnızlığı ile anlatmaya
çalıştığı da budur.
Yazınsal
bir yapıtın dili, herkes tarafından üzerinde mutabakata varılacak ortak bir
anlama sevk eden bir dil değildir. Bu nedenle de yapıt bir kez başlayıp bitmez,
vardır ve her okumada hep yeniden başlar; çünkü dil, basit bir şekilde
gösterenin gösterilene işaret ettiği, metnin yazarını anlattığı ya da onu
temsil ettiği basit bir iletişim kanalı değildir. Yapıtın yazarı mahkûm ettiği
yalnızlık, yazarın yapıt karşısındaki çaresizliği ve yapıtın her daim gelecek
okuyucuyu beklemesi de buradan kaynaklanır. Dil kendi kendisini konuşur, kendi
kendini temsil eder. Yazınsal metinde yazarı ve okuyucuyu açmaza sürükleyen,
dilin bu çetrefil yapısıdır. Bu nedenle yazar, dilin nesnesi olduğunu, yani
Tanrılara özgü bir yaratma edimi gerçekleştirmediğini, konuşanın kendi değil de
onda konuşanın dil olduğunu fark etmelidir ve okuyucu da yapıtı, tarihselliğin dayatmalarından
ve yazarının öznelliğinden kurtararak okumaya çalışmalıdır.
Yapıtın
sonsuzluğu, var olduğu andan itibaren yazarını öldürmesi ve yazarın hiçbir
zaman yapıtını okuyamaması dildeki imkânsızlığın tezahürüdür. Yazılan hiçbir
kitap, yazarın amaçlayarak anlatmaya çalıştığı başlangıç niyetiyle örtüşmez. Kitap
ancak, yazar ve okuyucunun buluştuğu anda kendi özerkliğini kazanarak yapıt
haline gelebilir. Bu anlamda yazınsal bir yapıt, bir otobiyografi ya da tarih
kitabı değildir. Yazar, yapıtta olabildiğince az kendisini var etmeye çalışmalı
ve yapıtın kendisinin konuşmasına izin vermelidir. Yazarın varlığı bir gölge
olmaktan öteye gitmemelidir. Bu, aynı zamanda yapıtın zenginleşmesine olanak
tanıyan bir duruştur. Yazarın sesinin kesildiği yer, yapıtın, üzerine büsbütün
çöken sessizlik içinde dillenmesine fırsat verir. Bu yüzden de, yazarın kitabını
okuyucuyla paylaşması, bireyselliğinin de sonlanması tehlikesini göze
alabilmesini gerektirmektedir; çünkü yazar artık “Ben” olarak konuşamaz.
Yapıtının yanında yaşayamaması ve bir kitap yazdıktan sonra hissettiği
çaresizlik buradan kaynaklanır. Sözcüklerin nereye gideceğini kontrol edemez,
her okumada okurun o sözcüklerden ne anlaması gerektiğini tembihleyemez. O, yapıtı okuruna ulaştıran bir aracıdır. Bu
nedenledir ki, anlam aktarımının güzergâhı yazardan okuyucuya değil, yapıttan
okuyucuya doğrudur; çünkü yapıtın görevi yazarın anlam dünyasını temsil etmek
değildir. O yalnızca kendisini temsil edendir.
Yazmak
ve okumak sabır gerektirir. Yazar bu sabrı yazma aşamasında, yapıt okuyucusunu
bekleme aşamasında, okur ise okuma aşamasında gösterir. Tüm bu süreçlerde
kendisi olarak kalması gereken tek özne yapıttır. Yazar, bir kitabı yazma
aşamasında sessizliğe ihtiyaç duyar, bu yüzden dünyadan elini eteğini çeker.
Dış dünyada birbirine karışan o kadar çok ses vardır ki, dilin içine girerek
gerçekte dilin ne konuştuğunu duyumsamaya çabalar. Kendinde neyin ya da kimin
konuştuğunun farkına varır ve sözü yapıt adına konuşturmaya çalışır.
Sessizlikten yarattığı, kendi aracılığıyla konuşan dilin sözüdür. Yapıtın
beklediği de aynı biçimde, sabırlı okurdur. Onu okumaya, dinlemeye, görmeye
hazır olan ve kitabın, yapıtın kendini gerçekleştirmesine müsaade eden, rıza
gösteren bir okur. Aynı zamanda, öznelliğinden vazgeçerek adsız, herkes gibi
herhangi biri olmayı kabul eden, hayalet bir varlık olan bir okur ve yapıtı
kendi anlamak ya da yorumlamak istediği biçimde yeniden üretmeyen, onu kendi
bireyselliğine tabi kılmaya çalışmayan bir okuma... Yapıtı dönüştürmeyen, daha
ziyade olduğu gibi kabul eden ve yazarından kurtaran gerçek bir okuma; çünkü
satırlar arasında yazarın sesinin, onun ne dediğinin peşine düşen bir okur
tarihsel dayatmaların ve biyografik koşullanmışlıkların ördüğü sis perdesini
aralayamaz. Bu, Blanchot’nun okuma
ile kastetmediği bir biçimdir. Yapıt, yazarın ve okuyucunun onun karşısında
eşit olmasını gerektirir. Bu, hem sanat yapıtının bir niteliği, hem de okumanın
mümkün olmasını sağlayan koşuldur. Yazarın kişiliği, edebî marifeti, yazma anındaki
halet-i ruhiyesi, kitabın yazıldığı tarihsel koşullar veya maddi
sınırlılıkların hiçbiri okuma edimine katılmamalıdır. Yapıt ancak o zaman
kendisine yaklaşabilir. Aynı şekilde, okur da bir yapıtın karşısına, tüm
donanımını, kibrini, kişiliğini, entelektüel gösterişinden soyunarak
gelmelidir. Tüm bunlar müthiş bir özveri gerektirir. Bu nedenle okuma, bir
kabiliyet meselesi değil, bir konukseverlik, bir ağırlama meselesidir. Ev
sahibinin, yalnızca diğerleri gibi bir uğrak olduğunun ve kendisinden sonra
başkalarını da ziyaret edeceğini baştan kabullendiği bir ağırlamadır okuma.
Blanchot’nun
tüm ağırlığı, kolay kavranamazlığı ve karmaşıklığı, yıkıcı bir şiddet içeren
radikal görüşlerinden ve kullandığı dilden kaynaklanır. O, yazar ya da okuyucu
olarak bizlerin çok da alışık olmadığı şeylerden bahseder. Kolay kolay
kabullenemeyeceğimiz, ezberimizi bozan, sınırlarımızı zorlayan bir yazınsal
dünya sunar. Yazınsal bir kitap yazmak, her yazar için sancılı bir süreçtir.
Hatta kimileri için dünyada var olma, kendini gerçekleştirme meselesidir. Bir
kısmı öyle bir haleye kapılır ki, kendinde Tanrı’nın yaratma muktediriyatını görür.
“Ben” kalarak öteki’ne ulaşabileceğini zanneder. Oysa diğerleriyle buluştuğu
anda okuyucu için “O”dur artık. Bunu kabullenmek en güç şeylerden biridir yazar
için; çünkü hayatta kalmak adına üretirken, aynı zamanda yarattığının var
olabilmesi için de ölmeyi göze almak zorundadır. Öte yandan, hiçbir zaman da okuyucusunu
seçemeyecek ve okunma biçimini kendisi belirleyemeyecektir. Bu da yazar için
kocaman çaresizliklerden ikisidir. Blanchot, okuyucu olarak bizde de şok etkisi
yaratır. Şimdiye kadarki alışkanlıklarımızın getirdiği bir şey olarak,
okuduğumuz kitapların yazarının kim olduğunun, geçmişinin ve psikolojisinin, bizi,
metnin “özünde anlatılana” götüreceğini umarız, sanki A değil de B kişisi
yazdığında sözcükler bambaşka anlamlar kazanacakmış gibi. Sanki metin
karşımızda durmuyormuş, yokmuş gibi. Hatta o metinden gerçekten bir şey anlamak
zorundaymışız gibi. Oysa bilmemiz gereken, yapıtın, kitabın kendinde bir dili
olduğu ve bir aracıya ihtiyacı olmadan kendini anlattığıdır. Yüzleşmemiz gereken bir diğer mesele ise,
yapıt karşısında diğerleri gibi sıradan ve gelip geçici olduğumuz gerçeğidir.
Bizler yapıtı yeniden yazmaz, yeniden var etmez ve sözcükleri yeni anlamlarla
kurgulayarak baştan bir kitap var etmeyiz. Yalnızca onun, biri tarafından
yazılmış olduğu gerçeğini teyit edebiliriz. Onu sahiplenemeyiz, en çok ve en
iyi kendimizin anladığını iddia edemeyiz, diğer türlüsü ahmaklık olur; çünkü
dil zengindir ve anlam özgürdür. Ayrıca biz, ne yazarın gözünden ne de yapıtı
ağırlayacak diğer okurların gözünden onu görebilir ya da genel anlamda
duyumsayabiliriz. Bu nedenle yazının uzamı her seferinde biricik ve özerktir.
Yorumlar
Yorum Gönder