Ana içeriğe atla

“Her Şeyin Sonundayım” - Tezer Özlü – Ferit Edgü Mektuplaşmaları


Onlarınki yayıncı- yazar ilişkisinin ötesinde, Tezer’in çocukluğundan başlayıp ölümüne dek süren bir dostluktu. Hatta bu, dostluktan öte bir şeydi. Tökezlediklerini hissettiklerinde birbirlerine ve birbirlerinin ürettiklerine – hem edebî, hem fikrî olarak- tutunan, iç dengelerini yazarak kuran iki yazardı onlar, gürültü ve arabeske tahammül edemeyen.

Bilinen şu ki, kitap, 1966- 1985 yılları boyunca (1968- 1984 arasında mektup yok ve 1984’e kadar olanlar da yalnızca Tezer Özlü tarafından yazılan mektuplar) Ferit Edgü ile Tezer Özlü’nün birbirlerine yazdıkları pek çok mektuptan yalnızca 40 tanesini içeren, Sezer Duru (Tezer’in ablası)’nun aile arşivlerini açarak katkıda bulunduğu, Burak Fidan’ın yayına hazırladığı, ilk baskısı Mart 2010 olan ve Sel Yayıncılık tarafından basılan, mektuplara ek olarak Ferit Edgü’nün önsözü, mektupların sonundaki zaman dizini ve Tezer Özlü’nün fotoğraflarının bulunduğu parçalarla da toplamda 111 sayfayı bulan bir kitap bu.  Diğer detaylar da kitabın arka kapağında mevcut: Mektupların İstanbul/ Paris/ Ankara ekseninde ve çoğunun Tezer’in hastalığının depreştiği günlerde yazıldığı ve aslında mektupların yayımlanacağının iki yazar tarafından da hiçbir zaman düşünülmediği.

Mektuplar, belki de günlüklerden sonra insanı ele veren, hatta çırılçıplak bırakan birincil kaynaklardır bir insanın yaşam öyküsüne tanıklık eden. Hele ki insan dibine kadar umarsızsa yazdıklarında ve korkmadan sürüklüyorsa kalemini (daktilo ya da bilgisayar klavyesini de olabilir) kaygılarına boyun eğmeden ve teslim olmuşsa yazdığı kişiye kendinden fazla, hatta yazarken yaşayıp yaşatabiliyorsa.. İşte o zaman adresler değişse de – Tezer Özlü’nün hayatında olduğu gibi- mektubun alıcısı hep sabittir. Bu yüzden Tezer ile Ferit’in birbirlerine yazdıkları mektuplar iki insanın birlikte varolduğunun dile gelişi, somutlanışıydı belki de. Yazılan mektubun, insana kendinden daha yakın, daha “kendi” bir alıcı bulması bir lütuftu onlar için de ve Tezer, işte şöyle belirtiyordu bunu en samimi şekilde:

“Severek mektup yazılan bir insanın bile olması ne büyük bir olay, söylenen her sözcüğün anlaşılmaktan öte, yaşadığını, dahası sözcüklere bile gerek olmadan yaşandığını bilmek, güç gibi yalınç bir olgu değil, varolmak gibi bir şey.”

Kitabın önsözünde belirttiği gibi, Ferit Edgü’nün, mektupların yıllarca yayımlanmasına sıcak bakmamasının sebebi buydu belki de: Karı- koca arasındakinden de öte bir “mahrem”. Bu nedenle okuyucudan sağduyu beklediğini belirtiyordu belli ki Edgü.

Evlilikleri, boşanmaları, hastalık ve iyileşme süreçleri, klinikteki günleri, yolculukları, taşınmaları, işleri, yazıları, iyi olma ve yaşama umudu, ölüm korkusu, aşkları, terk edişleri, özlemleri – tabi özlemek diye bir şey varsa-, Demir Özlü (ağabeyi), Orhan ve Sezer Duru ve kızı Deniz’den bahsediyordu Özlü. Bulunduğu kentlerin insanlarını, insansızlığını, havasını, dağlarını, vadilerini, virajlarını, göllerini, nehirlerini, kent merkezlerini, trafiğini, arabeskini ve sıklıkla da Beyoğlu ve Refik lokantasında rakı içme özlemini dile getiriyordu Edgü’ye. Her şeyin ötesinde mektuplar, okuyucular için, Tezer’in “Yaşamın Ucuna Yolculuk” kitabının basıma hazırlanma sürecinin, eserin ismini alış serüveninin ve yayıncısı Edgü’nün eksiksiz ve yanlışsıza yakın bir kitap olması için deyim yerindeyse kendini paralayışının birer şahidiydi adeta. Bir de, Özlü’nün hastalık (göğüs kanseri) haberini aldığında, kitabına sonradan uğursuz olduğunu düşündüğü o  ismi verdiği için Ferit’in kendini suçlayışının..
Aynı ruhun farklı hayat görüngüleri gibiydi Edgü ve Tezer. Ortak aşkları vardı Kafka, Artaud, Dostoyevski, Rimbaud ve Beckett, alkol, sigara ve yazmak gibi. Beckett’imsi bir absürdlük ve Beckett’imsi bir gerçeklik betimliyordu yaşamlarını. Varoluşunun anlamsızlığından ve bunaltısından yakınıyordu Tezer mektuplardaki yakarışlarında. Varlığı bunaltıyordu belki O’nu, bedeninin ölümlülüğü ve yükümlülüğünden sızlanıyordu yemek yemek ya da uyumak zorunda olduğu için. Öyle ya, sevişmek bile esasen hayatta kalmak demekti Özlü için. Oysa “varolmak”,  Edgü’yle paylaştıklarında gizliydi. Hayatta kimsenin kendisini Edgü kadar iyi anlayamadığını belirtiyordu her fırsatta; ama aslında anlamalarını da gerçekten istiyor muydu bilinmez.. Edgü’nün mektuplarında ise, ihtiyarlık ve duygusallık sızıları, yazma ya da yazamama buhranları avutulmayı bekliyordu Özlü tarafından ve birbirlerine yazarken – hatta susarken bile- iyileşenlerden ve gençleşenlerdendi sanki onlar. Bu yüzden, “En çok ve en uzun sana inandım.”, “Sen tek doktorum olabilirsin.” diyordu Tezer.

Neden her şeyin sonundaydı?

“Belki de ben bugün ilk defa her şeyin sonundayım. Gene bir yığın günler geçip gidecek ve ben kendime, işte bu gün ilk defa her şeyin sonundayım mı diyeceğim? Korkuyorum. Korkuyorum. Korkuyorum.” diye yazmıştı Tezer kitaptaki ilk mektupta ve belki de bu korku yüzünden reddetmişti tedaviyi. Yorulmuştu her defasında ilk defaymışçasına varoluşunun sonuna gelmekten. Bu yüzden Ferit Edgü, Handke’nin Wunschloses Glück (Mutsuzluğa Doyum başlığıyla Ada Yayınları tarafından yayımlandı.) adlı kitabına Türkçe isim önerisi istediğinde, “Hiçbir şey istememenin mutluluğu” başlığını öneriyordu Özlü, ölme ya da yaşama isteği olmayışının verdiği huzuru yansıttığı için..

Tezer Özlü (27 Temmuz 1984)
“..Hemen hemen hiçbir ülkede böylesi duygulara düşmemiştim. Bunun da bir yararı olacak sanırım. KOPUKLUK. YAŞAMDAN, İNSANLARDAN, GEÇMİŞTEN KOPUKLUK.  Gelecekle de hiçbir ilgisizlik. Nerede olacağımı , hangi kentte oturacağımı , nereye gideceğimi hiç bilmiyorum. Şimdi burada durgunluktayım. Mutsuz değilim. Mutlu olmak ya da mutsuz olmak , bilmiyorum..” (sy.66)

Ferit Edgü (25 Ekim 1984)
"..Öyle anlar oluyor ki yazmaktan utanıyorum.
Yazmadığımda ise (iki yıl sürdürmeyi başardım) iç- denge diye adlandırdığım, o kafamda mı, yüreğimde mi olduğunu bilmediğim bir denge bozuluyor ve çevreme karşı kırıcı hatta saldırgan oluyorum.
Bunu da hiç sevmiyorum.
Yazdığımda, bu, bir ölçüde geçiyor.
Belki, yazarken, kendimi kırdığım ve kendime saldırdığım için.." (sy.82)

Tezer Özlü (1 Kasım 1984)
“..Bir çocuğun ne denli duygusal olduğunu anımsıyor musun?
Mutlak anımsıyorsun. İhtiyarlık denen bir olguya inanmıyorum, çünkü gençliğe de inanmıyorum. Çocukken de, genç iken de ihtiyarı içinde taşıyorsun, yaşlanırken de çocuğu. Ancak yaşlandıkça duygusallaşma biçim değiştiriyor. Gençlik duygusallığı öfke, beklenti, başkaldırma, cesaret gibi duygularla iç içe, ama yaşlandıkça duygusallığa acımsı tatlar karışıyor, buruk. Sanıyorum, algıladığım kadarıyla sözünü ettiğin duygusallık, bu buruk, acılı duygusallık.."  (sy. 84)

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

İNSAN NEDEN SEVMEYE BU KADAR İHTİYAÇ DUYAR?

İnsan neden birini sevmeye bu kadar ihtiyaç duyar? Aslında belki sevgisiz de yaşayabiliriz ama bu çok anlamsız bir hayat olmaz mı? O yüzden, sevgiyi erteleyen insan hayatındaki boşluğu doldurmak için işkolikmişcesine işine sarılmaz mı? Her anını bitmek tükenmek bilmez sorumluluklarla doldurmaz mı ya da kendini o bir türlü tanımlayamadığı topluma adamaz mı? Birini sevmek isteriz çünkü hepimizin bir “neden”e ihtiyacı var. Çünkü “tek” kişiyseniz siz hala, dışlanacağınız ya da “yarım” hissedeceğiniz çok an vardır hayatta. Sinemaların 1 alana 1 bedava kampanyalarında diğeriniz eksiktir. Şehir fırsatlarının çift kişilik odalarında yalnızsınızdır. Evdeki battaniyeler çift kişilikse ısınamazsınız. Bir şiir yazacaksanız boşlukları doldurmanız gerekir. Yazılarınızda yan anlamlar gerekir. Mektuplarınızın bir “alıcı”ya ihtiyacı vardır. Bir mağazada kıyafet denediğinizde fikrini soracağınız biri lazımdır satış danışmanları dışında. Çalar saat dışında sizi uyandıracak biri olması gerekir. Pasta

Roman Kuramına Giriş

Ayrıntı Yayınları’nın Sanat ve Kuram dizisi kapsamında okuyucularla buluşan Roman Kuramına Giriş, eserin başlığında verilen ipucundan çok daha fazlasını sunuyor okuyucuya. Roman ve roman kuramları üzerine belli bir sınıflandırma ve portre oluşturma motivasyonundan uzak durulduğu kitap, roman üzerine yapılan düşünsel ve teorik argümanları merkezine alıyor. Zekiye Antakyalıoğlu’nun ifadesiyle de roman, “Roman nedir?” sorusunun cevabına sahip olmayan ve “tanımlanmaya, sınıflandırmaya direnen bir kurgusal anlatı biçimidir”. Bu açıdan bakıldığında, kitabın bir edebiyat kuramı veya akademik bir kaynak olmasından ziyade “roman okuyucusu” için yazıldığı unutulmamalıdır. Düşünsel tartışmaların yanı sıra kuramsal bir tabana da sahip olan çalışma, özellikle roman okuyucusunun bu kitabı okumasını amaçlıyor. Özetle, Roman Kuramına Giriş ’in bu yönüyle belki de akademinin her alanı için örnek niteliğinde bir kitap olduğunu belirtmekte fayda var. Kitabın bölümlerine bakıldığında “Tanımını

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruhsal