Ana içeriğe atla

Godot'yu Beklerken

Godot’yu Beklerken, Samuel Beckett’in yazdığı iki perde ve beş karakterden oluşan ve mekan olarak niteleyici tek bir öğenin-ağacın- belirtildiği bir tiyatro oyunudur. Birinci perde Estragon ve Vladimir’in oyalanmak amacıyla kurdukları ve aslında amaçsızlıklarının dışa vurumunu simgeleyen diyaloglarla başlar. Bir ağacın yanında Godot adlı birini beklemektedirler. Aslında ne bekledikleri yerin doğruluğundan ne Godot ile buluşacakları zamandan ne de önceki günlerde aynı eylemi gerçekleştirip gerçekleştirmediklerinden emindirler. Yalnızca Godot gelene dek o ağacın yanında beklemekten bahsederler. Aralarında geçen diyaloglar birbirinden kopuk ve anlamdan yoksundur aslında. Kendileri bile ne yaptıklarından habersizdirler ve Godot’nun gelip kendilerine nasıl davranmaları gerektiğini söylemesini umut ederler; ama aslında tam olarak o’ndan ne istediklerini de bilmemektedirler. Daha sonra sahneye elinde bir kırbaç tutan Pozzo ve boynuna ip geçirilmiş olan Lucky gelir. İkilinin Pozzo’yu Godot sanması, aslında onların kimi ya da neyi beklediklerinden haberleri olmadığını belirtir. İpin ucunu Pozzo’nun tutması, Lucky’nin bir çeşit köle ve Pozzo’nun da o’nun efendisi olduğunu anlatır. Estragon ve Vladimir’in ikili diyaloğuna Pozzo’nun emirleri ve yargı niteliği taşıyan cümleleri de eklenir. Sorular tüm sorularve tepkiler karşısında Lucky sessiz ve tepkisiz kalır. Pozzo’nun o’nun üzerinde mutlak bir otoritesi vardır ve bunu da diğer ikiliye kanıtlamak için bir takım gerekçeler ortaya koymaya çalışır. Aslında Pozzo kendi varoluşu için Lucky’nin katkısının önemini yadsımaz; fakat O’nu aşağılamaktan da geri kalmaz. Lucky’nin kontrolü ve hareketlerinin sınırları ya da olanakları Pozzo’nun denetimindedir. Pozzo kendisinin izin verdiği ölçüde, Lucky’nin dans edebileceğini, şarkı söyleyebileceğini, ezberden konuşabileceğini, düşünebileceğini ya da herhangi başka bir şey yapabileceğini söyler ve O’ndan önce dans edip sonra da düşünmesini ister ve tüm bu eylemleri, Estragon ve Vladimir’i neşelendirmesi için emreder aslında. Bu ikilinin veda edip yanlarından ayrılmasının ardından bir çocuk gelir sahneye. Godot’dan haber getirmiştir; Godot’nun ikiliyle o akşam buluşamayacağını; ama sözleştikleri yere ertesi akşam kesin geleceğini bildirir. Estragon ve Vladimir Godot ile karşılaşamayacaklarından emin olduktan sonra, ertesi gün tekrar gelip beklemeye karar verir ve sahneyi terk ederler.

İkinci perde, ertesi gün, aynı yer ve saatte tekrar ikilinin absürd diyaloglarıyla başlar. Hiç susmadan konuşmak onlar için zamanı geçirmenin en kolay yoludur ve tekrar bu şekilde, akşam olmasını ve Godot’nun gelmesini beklemeye başlarlar. Aslında aradan geçen zaman belli değildir; çünkü ağaç yapraklanmış ve ilkbahar gelmiştir. Bir önceki geceden ertesi geceye dek geçen zaman belki ay, belki yıl, belki de uzun bir ömürdür. Vladimir bir önceki akşama dair neredeyse bir şey hatırlamamakta ve ne yaptığını, nerede olduğunu dahi bilmemektedir. O’nun bilebildikleri ve hatırlayabildikleri yalnızca o an’a aittir. İkili her ne kadar beklemekten sıkılsa ve sürekli çekip gitmekten bahsetse de gidemez; belirsiz bir şey –Godot- onları gelip kurtarıncaya dek beklemekte kararlıdırlar. Onlar, yalnızca hava kararıp Godot’nun o akşam da gelmeyeceğinden emin olduklarında gidebilirler. Her yeni güne aynı umutla uyanır ve her hava kararışında beklemekten vazgeçerler. Bilinmez bir şeye olan inançları onları amaçsızlaştırır, anlamsızlaştırır, giderek farkındalıkları yok olur. İkinci sahnede Pozzo kör, Lucky de dilsiz olmuştur. Pozzo düştüğü yerden sürekli “İmdat!” diye seslenir. Estragon ve Vladimir, Pozzo’ya yardım edip etmemekte kararsız kalırlar. Estragon, yere yığılmış Pozzo için, “Bu adam bütün insanlık.” der. Aslında tüm insanlık, düştükleri yerden ya da belki hayatın kendisinden, sürekli olarak birilerinin gelip kendisini kaldırmasını beklemektedir. Sahne, tekrar çocuğun Godot’nun o akşam değil, ertesi akşam geleceğini haber vermesi ve ikilinin ertesi gün aynı yerde tekrar beklemeye devam edeceklerini kararlaştırıp orayı terk etmesiyle kapanır.
Godot aslında hem hiçbir şey hem de birden fazla şey olabilir. O’nun ne ya da kim olduğu her insan için farklıdır. Neyi, neden beklediklerini bilmedikleri ve belki de hiçbir zaman ulaşamayacakları bir şeye umut bağlar insanlar gelip kendilerini kurtarması için. Kendi iradesi dışında dünyaya gelen insan, varoluşunu anlamlandırmak için hayatı boyunca hakikatler, amaçlar ve anlamlar yaratma çabasındadır ve aslında bu, boşa bir çabadır. Bu çaba, Godot’nun gelip kendilerini kurtaracağına dair inançları, hayatın kendisini anlamsızlaştıran ve amaçsızlaştıran bir şeydir aslında. Bu, hayatı bir oyalanışa ve belirsizliğe sürükler; zaman geçerken sürdürülen her şey şuursuzca tekrar edilmeye başlar. Hayatın gerçeğini arayan insan kendi gerçekliğini yitirir. Neyi, neden beklediğini sorgulamayı unutan insan için “gelecek” belirsiz olmasına rağmen hayatın tek amacı haline gelir. Oyundaki çocuk karakterinin her akşam Estragon ve Vladimir’e Godot’nun ertesi akşam kesin geleceğini haber vermesi, insanın “Godot”yu bulacağına dair olan inanma ihtiyacını temsil eder ve bu insanı çekip gitmekten ve beklemeyi bırakmaktan alıkoyan şeyin kendisidir aslında.



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Yanlış Bir Türkiye Doğru Yaşanmaz

İçinden geçtiğimiz günler aşikâr. Günlerdir, “ne yazacağım” ile, “yok yok, kafamı toparlayamıyorum” cümleleri peş peşe sıralanıyor. Derken, birden bir şimşek parlıyor ve ak sakallı ilham ninesi aklımı çeliyor. Bilinmeyenli bir denklemi çözmeyeceğime göre, diyorum, bildiğimiz şeyleri sıralayayım. Gezi’den bu yana her gün kara kara düşündüğümüz ve düşün düşün bir türlü işin içinden çıkamadığımız şeylerin bir kez daha üzerinden geçmek istiyorum. Tünelin sonundaki karanlığın resmini çizmek gibi sado&mazo bir niyet güdüyorum. Geçen yıla kadar baĞzı şeyler hâlâ hayalken (kâbusken demek daha doğru aslında), hayal gibi gözüken her şeyi mümkün kılan iktidarın kudreti hepimizin yüzüne günbegün tokat gibi çarpıyor ne yazık ki. Bizler, “gülmek devrimci bir eylemdir” derken aslında olan şey bir darbeydi bu ülkede. Kurumlarıyla, organlarıyla, hukukuyla, rejimiyle, insanıyla topyekûn “yeni” bir Türkiye var karşımızda. Elbette yıllardır önümüze konan ve hepimizi zehirleyen yemek aynı, asl...

Bir büyük yalan: “Yazmasam deli olacaktım” ya da marazi bir eylem olarak yazma edimi

Edebiyat tarihinin “yazmasaydım çıldıracaktım” diyen yazarlarla dolu olduğu hemen herkes tarafından bilinir. Hatta iyi bir yazar olmanın yolunun adeta bu kanonlaşmış histerik itiraftan geçtiğine inananlar da çoğunluktadır zannediyorum. Bu duyguyu en yalın ve samimi şekilde dile getirenlerden birisi de Sait Faik Abasıyanık’tır. Harita’da Bir Nokta öyküsünde yazma edimine duyduğu zarureti şu satırlarla dile getirir usta yazar:  “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım. Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada, namuslu insanların arasında sakin, ölümü bekleyecektim; hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım. Koştum tütüncüye, kalem, kâğıt aldım. Oturdum. Adanın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkarttım. Kalemi yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmazsam deli olacaktım.” Şöyle bir sahne canlandırabiliyor musunuz kafanızda: Tonla para döküp terapiye gidiyorsunuz ve bir süredir içinde bulunduğunuz ruh...

Alışmak Sevmekten Daha Zor Geliyor

Bir ilişkiyi sonlandırmak, yeni bir ilişkiye başlamak kadar zor gelir insana; çünkü her bir yeni ilişki, yeni heyecanlar, yeni tatlar, yeni hazlar anlamına olduğu kadar yeni kırgınlıklar, yeni yılgınlıklar, yeni vedalar anlamına da gelir. Her yeni başlangıç yeni bir potansiyel ayrılıktır aynı zamanda. Bazen eskilerin hayaleti öyle dadanır ki zihnimize, başından çok sonuna odaklanırız ilişkilerin de: “Ya bu da öyle biterse?” Bu evham bazen kalbimizi öyle körleştirir, öyle köreltir ki içimizi, yeni insanlardan, yeniden sevmelerden, yeniden alışmalardan ölesiye korkarız. Nerede bize yakılan bir yeşil ışık görsek, ardımıza bile bakmadan tünelin karanlık ucuna doğru hızla depar atarız. Kimi zaman tamamen farkında kimi zamansa tamamen istem dışı olarak iteriz ayağımıza kadar gelen mutluluk fırsatını. Yeni bir yenilginin korkusu öylesine felç eder ki bizi, adım atamaz hale geliriz. Beckett’in şu ünlü, “ Hep denedin, hep yenildin. Olsun. Gene dene, gene yenil. Daha iyi yenil .” s...